Sennur Sezer
Attilâ İlhan’ın ölümü bir dönemin sonudur. Eski şairlerin son temsilcisiydi o. Hani matematik, gökbilim, toplumbilim, tıp uzmanlığıyla yetinmeyen şairler kuşağı. Kaç yüzyıl öncedeydi ilk örnekleri…
Eserlerine şöyle bir göz atmak bu yargıyı getiriyor. Bir de hep delikanlı kalmış bir şair kuşağının son üyesi oluşu var. “O kırk karanlığı”nın delikanlıları, genç kızları… Bir yürüyüş kolu… O kalabalıktan biri Şükran Kurdakul. Öteki Attilâ İlhan…
adımla nasıl berabersem öylece beraberiz
seninle her saat seninle her dakika seninle her saniye
gönlümüz mutluluğa inanmış olmanın gururuyla rahat
koltuğumuzun altında birer dinamit gibi kellemiz
ve sonra her zaman her ölümlüye
aynı şartlar altında kısmet olmayan
gerçekleri görmenin aydınlığı alınlarımızda
hacet yok hatırlatmasına seni hatıraların
sen bana kalbim kadar elim kadar yakınsın
Gençlikleri haram edilmiş, okuma hakları ellerinden alınmış bir kuşaktı onlar. O kuşağın İzmirli iki üyesinden biriydi Attilâ İlhan. Eylemci, muhalif, lirik… Birbirine uymaz parçaların mozaiği olmaktan yerliydiler,
Anadolulu.
Paris’i de anlatsa, züppe olmazdı.
Fransızca şiirlerden dizeler alıntılayıp, kitabının geçişlerine yerleştirdiğinde bir Divan edebiyatı geleneğini tekrarlardı sanki… Aldığı dizelere benzek yazardı. Nasılsa öğrenir anlamını o dizelerin, aklımızda tutardık “mıh gibi”. “Aşktan söz etse aşkı bizi ürpertir”di.
Her Anadolulu Usta gibi öğretmenliği yitirmeyen bir yanı vardı. O hınzır gülümsemesiyle. “Öğrensin keratalar” diye karşılardı yazdıklarının diline itirazımı(zı)… Gençlere güvenini yitirmeden, anımsatarak, soru sormasını öğreterek. Yoksa Attilâ İlhan bağımlıları olur muydu internet sitelerinde. Şiiri mi öndeydi yazıları mı sorusu gereksiz. O bir kadro gibiydi. Yazdıkları birbirini tamamladığı için mi önemliydi diye düşünüyorum. Yoksa hiç çağının gerisinde kalmadığı için mi?
Gençliğimde “rüzgârına kapılmamak için” epey direndim. Edebiyat matinelerinin gözdesiydi.O gelmese de biri nasılsa okurdu Sisler Bulvarı’nı, Pia’yı… O dolu dizgin sevdaların ölçülü uyaklı destanları nasılsa ezberletirdi kendini. Nâzım Hikmet’in toplumcu şair/yazarlara öğüdünü tutan tek şairdi galiba. Âşık olduğumuzda da, düş kırıklıklarımızda da, kavga şiiri aradığımızda da, ağıtlar için de başvuracağımız şairdi o. Lirizmini hiç yitirmeden söz ediyordu hapishanelerden, işkencelerden. Sevilen bir genç kadın kimliğindeydi içerdekiler, işkence görenler:
Saçların uzundu, omuzlarına akardı
Gönlümüz şenlenirdi sarışınlığından
Onlar mı kestiler, sen mi kısalttın
Gülerdin, içimize aylar doğardı
Görünmez dağların arkasından
Eski gülümsemeni beyhude aradım
O sabah mı çıkmıştın bir gün önce mi
Çok değişmişsin birden tanıyamadım.
Bir çay içer misin, yoksa kahve mi
Kibritim yok, demek cigaraya başladın
Ellerin de titriyor, bir şeyin mi var
Böyle bir kız değildin sen eskiden
Sana ne yaptılar, sana ne yaptılar?
Kirpiklerin ıslanıyor durup dururken
O sabah mı çıkmıştın, bir gün önce mi
Çok değişmişsin birden tanıyamadım.
Attilâ’yı galiba bu şiirle sevmeye başladım. Hepimizin çığlığı gibiydi “Sana ne yaptılar, sana ne yaptılar?”
Ama onun şiirlerinde başka bir uyarı da vardı. “Bir gün tutuklanırsan” der gibi yaşamasından süzüp aldıklarını usul bir sesle, serin kanlılıkla aktarıyordu. Söyledikleri deney aktarımı mıydı, “geçer bu günler” miydi… Şiirdi evet öncelikle şiirdi… ama dahası da vardı:
gönlünde büyüttüğün o müthiş ünlem içindir ki
seni kapattıkları öyle rezil o kadar çirkindir ki
çıplak bir lâmba mısın dört duvar içindeki
ne lâmbası/söndürülen bütün ilk gençliğindir ki
gözlerin zehirlense de suç sayarsın ağlamayı
Evet çok eskiden yaşananlardı anlattıkları. O savaş yıllarının izleri yansır Tutuklunun Günlüğü’nden. Karartma gecelerini bölen ışıklar:
“görülmez dev böceklerdir sanki büyülü duyargalar
uçaksavar ışıldakları gökyüzünde bir yanlış arar”
Ve dünyanın bir ucu dövüşürken eli kolu bağlı kalmanın çaresiz öfkesi:
“ezerim sanırsın vurursan tek bir yumrukta dünyayı”
Attilâ İlhan’ın şiirlerinin sesinde bir iç çekiş mi var yoksa. Yaşananların bir türlü eskimeyişine mi hayıflanıyor. İşkencelerin sözünün edildiği günlerde yazdı işkencenin yalnızca “insanın insana” yaptığıyla korkunç olduğunu: “elektrik elletirler kıvılcım yalatırlar/tuzruhu damlatırlar kulak boşluğuna /çekip alırlar kerpetenle tırnaklarını/…/ geceleri rüyalarına girip uykularını kaçıran /insanın insanı soyduğu derisini yüzdüğü.”
Şiirin lirizmini destekleyenin alttaki gerçek olduğunu sonra kavradım. Bir dönemin işkencecileri, işkenceye gerek yok diyen sorgucuları konuşup yazdıklarında: “öğrenmek istedikleri aslında bildikleridir.”
Attilâ İlhan öldü. Bir muhalif “kadro”ydu o. Artık o kadro yok.
Attilâ İlhan öldü. Yüzü gözü kan içinde, gözlüklü bir delikanlının defterinin arasından bir fotoğraf kaydı. Şiirden rüzgârla yağmur arası bir kadının imgesi ayrıldı…
14/10/2005