(… ’40 Karanlığı’ nda, Türkiye ‘de ‘Sol’ düpedüz ‘vatan hainliği’, yâni ‘Stalinci Totaliterlik’ anlamına gelirdi; ‘Solculuk’ sa, ‘Komünistlik!’ İnönü Cumhuriyeti, klasik ‘siyaset yelpazesi’ ni tanımıyor; sağındaki muhalefeti ‘Irkçılık/turancılık’ , solundaki muhalefeti, ‘Komünistlik’ olarak görüyordu. Peki, ya Liberallik mi? Hangi ‘liberallik?’ ‘Milli Şef’imiz çiftçinin kendi ekinini biçmesini, ‘devlet iznine’ bağlamış; limon kolonyası üretimini bile, Tekel ‘e vermişti. Sınır, böyle nüans tanımaz bir katılıkla çizilirse, ‘Soğuk Savaş’ ın Türk siyasi hayatı için, tam bir kavram karmaşasına dönüşeceği öngörülebilirdi.
Görülememiştir! Sistem (Batı), Totaliter komünistliğe karşı -Dikkat isterim, Liberalizm ‘le değil- ‘Komünist Olmayan Solculuk’ la karşı çıkmayı, basbayağı özendirir; bu türden davranışları, iyi kötü desteklerken; ülkemizde, Solculuğun en açık pembesi bile, Bolşevikliğin daniskası sayılmış; buna heves edenler, ‘hain muamelesi’ görmüştür. Ne zamana kadar? ‘Milli Şefimiz’ hidayete erip, günün birinde ansızın partisinin (CHP) ‘ortanın solunda’ bir örgüt olduğunu keşfedinceye kadar. O günün, Mehmet Ali Aybar ‘ın Türkiye İşçi Partisi ‘nin; (TİP) handiyse ‘ulusal’ bir ‘sosyalistlik’ iddiasıyla ortaya çıktığı gün olduğunu, ‘eski tüfekler’ den kim unutabilir? Böylece TİP, ‘aşırı sol’a, yani ‘totaliter Komünistliğe’ kaydırılmış olacaktı. Ne ‘oyun’ ama?
Oysa bu ‘oyun’ Batı ‘da çoktan bayatlamıştı…)
Totaliterliğe karşı en etkili yol…
(Açık İstihbarat/2. ”… CIA için ‘Sosyalist Olmayan Sol’u Destekleme Taktiği, ileriki yirmi yıl içinde Teşkilat’ın Komünizm’e karşı desteklediği siyasal hareketlerin kuramsal temelini oluşturacaktı. CIA’nın ‘aydınlar’la bir noktada buluşmasını, hatta bir kimlik kazanmasını sağlayan bir stratejinin ideolojik temelini, Schlesinger ‘Vital Center’ adlı kitabında anlatıyordu…”
”… Schlesinger Sol’un çöküşünün ve bunun sonucu olarak yozlaşan 1917 Devrimi’nin ardından gelen ahlâk felcinin haritasını çıkarmış, ‘bir özgürlük alanı yaratmak için, savaşan grupları bir araya getirecek bir ilke olarak ‘Komünist Olmayan Sol’un evriminin izini sürmüştü. İşte ‘köktencilik ruhu’nun onarımı, bu grup içinde gerçekleşecek, ‘Komünistler’e vitrine konacak lamba bırakılmayacaktır’…”
”… Schlesinger’in daha sonra hatırladığına göre, ‘bütün bu ‘Komünist olmayan sol’u (harekete geçmeye) dürtükleyen tezi, hepsi, Chip Bohlen, İsaiah Berlin, Nicolas Nabakov, Averel Harriman, George Kennan hararetle desteklemişti’. Totaliterliğe karşı en etkili yolun Demokratik Sosyalizm olduğunun farkındaydık. O dönemde, Amerikan dış politikasında bu, kulaktan kulağa fısıldanan -hatta gizli- bir tema haline gelmişti…” (Frances Stonor Saunders / ‘Parayı Verdi, Düdüğü Çaldı’ / CIA ve Kültürel Soğuk Savaş’ / s. 76-77, DK Doğan Kitap)
Aydınların ‘kötü pazarlığı’…
(Açık İstihbarat/3. ”… CIA’nın Batı’da kültür hayatına el atmasının, demokrasinin kaçınılmaz bir yanlışı olduğu düşüncesini destekleyen insanların sayısı giderek azalıyor. Ahlak yönünden derin bir hayal kırıklığı’ndan söz eden Andrew Kopkind’e göre, ağızlardan düşmeyen ‘açık toplum’ sözü ile ‘denetim gerçekliği’ arasındaki uçurum, hiç kimsenin düşünemediği kadar büyüktü. Herhangi bir Amerikan kuruluşu adına yurtdışına giden herkes, şu ya da bu şekilde, dünyanın Komünizm ile Demokrasi arasında ikiye bölündüğü ve bu ikisi arasında kalmanın ihanet olduğu varsayımına tanık oluyordu. Muhalifleştirme hayali devam ediyordu: CIA sosyalist soğuk savaşçılara faşist soğuk savaşçılara, siyah ve beyaz soğuk savaşçılara destek oluyordu. CIA harekâtlarına egemen olan açık fikirlilik ve esneklik, bu harekâtların önemli üstünlükleriydi. Ama bu yalancı bir çoğulculuktu ve tam anlamıyla ayartıcıydı…”
”… asıl sorun düşünsel araştırmanın doğal süreçlerine müdahale edilmiş olmasıydı. ‘Bizi en çok rahatsız eden şey’ diye yazıyordu Jason Epstein, ‘hükümetin el altından parsa dağıtır gibi görünmesiydi; her zaman en büyük payı, en büyükler almıyordu. Başka büroların yanı sıra CIA ile Ford Vakfı, Soğuk Savaş’a karşı tavırlarının doğruluğuna göre seçilmiş bir aydınlar aparatı (aygıtı) oluşturmuşlar ve bunu finanse ediyorlardı; bireysel yetenek ve başarının, ideolojiden önemli sayıldığı düşünülen, bütün araştırmaların yerleşik inançlardan kuşku duymakla başladığının kabul edildiği, terim yerindeyse, ‘serbest aydınlar pazarı’ndan seçmiyorlardı bu kişileri..”
”… Sonunda aydınların ne kadar kötü bir pazarlık yaptıkları ortaya çıktı; herhangibir ülkenin iradesi doğrultusunda hareket etmek, ne sanat ya da edebiyatın, ne herhangi bir düşüncenin, ne de insanlığın çıkarınaydı…” (a.g.e.s., 440-441)
İyi de ‘Sistem’ in, yıllar sonra tekrar, -bu defa ‘Küreselleşme’ ya da ‘Medeniyetler Çatışması’ ayaklarına yatarak-, aydın ve sanatçıları, aynı ağızlarla, aynı tuzaklara düşürmesine ne demeli? Hadi bu bezirgânların işi diyelim, ya o tuzaklara gönüllü gidenler, ya onlar; yıllar sonra haklarında yazılacak, bu türden kitapları gördükçe utanmayacaklar mı?
Cumhuriyet, 23.08.2004