Attilâ İlhan - Bilim Sanat Kültür Vakfı

Bilim ve Aklın Aydınlığında Eğitim Dergisi

Tülin ARSEVEN

Ağustos-Eylül 2003 – YIL : 4 – SAYI : 42-43

Attila İlhan ile Roman, Şiir, Gerçekçilik, Dil, Sinema ve Diğerleri Üzerine Söyleşi

Öncelikle bize Attilâ İlhan’dan söz eder misiniz?

Attilâ İlhan’ın neyini soruyorsun?

Her şeyini, romancılığını, sinema yönünü, kişiliğini…

Rumların bir sözü vardır: Ömrün yetmez. Bir Rum vardı Yıldız’da, bahçıvan, çok titiz, çok severdim. Adı Apostol muydu, neydi. Bir gün Apostol ile konuşacaktık. Bir kadın da orada bir çiçekle ilgileniyor. Sonunda dayanamadı. Onu çağırdı. Bu çiçeği almak istiyorum, yetiştirmek istiyorum, şunu istiyorum, bunu istiyorum… Baktı Apostol, ömrün yetmez, dedi. O yüzden Erzurum’dan bizim Yakup Çelik ilk geldiğinde bana, büyük heyecanlar içinde böyle, hocam ben sizinle ilgili bir doktora tezi yapacağım, dedi. Benim neyimle ilgili dedim. Hepsi dedi. Ömrün yetmez dedim. Yok dedi, kesin kararlıyım hepsini yapacağım; sizden bir şey rica ediyorum, sizin hakkınızda yazılmış yazıları nerelerden bulabilirim, böyle bir şey var mı, dedi. Benim arşivim var, bunların hepsini zaten saklıyorum. O yazılar bende var dedim. Çok sevindi. Hepsinin fotokopilerini aldı. Dosyaları yüklendi, gitti. Bir müddet sonra kös kös bana telefon ediyor. Hocam onun hepsi olacak gibi değil, başa çıkılacak gibi değil. Ben yalnız şiirlere karar verdim.

Hepsini birden yapmak zor. Şimdi sayın kardeşim, mesele şu: Benim aydın olarak formasyonum nesildaşlarımdan farklıdır. Bütün sorun buradan kaynaklanıyor. Onun için hepsi bana gayr-ı meşru çocuk muamelesi yapıyorlar edebiyatta. Rahatsız oluyorlar benden. Çünkü ben onlara benzemiyorum kesinlikle. Bizde, önceki yüzyıldan kalma bir edebiyat geleneği var, bir sanat geleneği var. Eğer sen romancı isen roman yazarsın. Başka haltlarla uğraşmazsın. Uğraşsan da bu bir hobi gibi algılanır, bir iş gibi alınmaz. Nitekim bizden önceki ağabeylerimiz diyebileceğimiz nesil de böyleydi. Romancı, romancıydı; şair, şairdi. Arada böyle kapris gibi bir şey yaparlardı. Ben çok erken fark ettim ki 20. yüzyılın aydını böyle değildi. Önce bir metot sahibi oluyor. O metoda iyice hâkim olduktan sonra estetik bir projeksiyon yapıyor. O projeksiyonu gerçekleştirdikten sonra herhangi bir sanat dalında istediği gibi at oynatabiliyor. Onların örnekleri de vardır. O sanatçılar beni çok çarptı. Onların öyle olduğunu sonradan fark ettim. Margot, Aragon… bunlar beni çarpıyor. Neden çarpıyor? Bir bakıyorum Malraux, Umut’u yazmadan evvel filmini çekmiş. Ötekini kurcalıyorsun şair, aynı zamanda altı ciltlik, sekiz ciltlik romanlar yazıyor. Ha… iş başka. Demek ki böyle bir formasyon lâzım. Benim ilk yazdığım romanlardan bir tanesi, Saadet Hepimize Mahsustur idi. Saadet Hepimize Mahsustur’u yazmaya ben on yedi yaşımda başladım. Bu üç ciltti. On yedi yaşındaki bir çocuk üç ciltlik roman düşünüyor, İzmir’de rantiye burjuvazisinin bir ailesinin hikâyesini yazmaya hevesleniyor. On yedi yaşımdayım daha ama Zola okuyorum, Balzac okuyorum. Bu yeni romancı tipine gelince, onlardan gelen bir kolun gelişmiş bir şekli olduğunu düşündüm ve iyice Marksist estetiği öğrenmem gerektiğine karar verdim. Önce Fransızca’yı öğrenmem lâzım. Çünkü ben Türkiye’de diyalektik nedir diye, meşhurdur, yüz kişiye sormuşumdur, kimse anlatamamıştır. Hem de böyle babalar, isimlerini söylemiyorum, ayıp. Böyle on beş dakika şimdi bak Attilâ, diyalektik, şu masayı görüyorsun ya diye başlayıp yarım saat saçmalayıp ondan sonra hiçbir şey anlamadan ben ayrılırım. Bu diyalektik nedir? Sonradan Paris’te işçi üniversitesinde arkadaş olduğum Camarade anlattı. Aslında işçi, direnişçi, Almanlara karşı savaşmış, çeteci fakat Renault fabrikalarında usta başı adam. Ben ona Camarade dedim, ben bu işin içinden çıkamıyorum. Bu diyalektiğin her hâlde bir anlatım biçimi var. Sen memleketinde lise okudun mu dedi bana. Sizin liselerde felsefe okutulur mu, dedi. O zaman mantık da okudun sen. Çok kolay dedi, sen formel mantığı biliyor musun? Diyalektik dedi, A, A ise B, A’nın karşıtı ise A, B’yi içerir. Bu kadar basit. Ayak üstü böyle iki dakikada. Ben onu görünce o zaman bizim aydınımızın hâlini düşündüm ve perişan oldum. Bizim aydınımız, kesinlikle orijinal fikir üretemiyor, hâlâ üretemiyor.

Sizi ve sanatınızı derinden etkileyen eserler ve sanatçılar var mı?

Beni etkileyen sanatçılar elbette var. Gayet tabi var: Nazım. Nazım yüzünden benim hayatım değişti. Nazım beni etkiledi ama Nazım’ın etkisi yalnız değildir. Ben şiire başlayıp sonra romana geçmiş biri değilim. Hepsi beraber başladı. Bunun için ben bir taraftan roman okudum. Bunları inadına söylerim. Çünkü hocalar bunun tam aksini söylerler. Ben şiir okurken bir taraftan roman okudum. İnanılmaz sistemsiz okuyan bir çocuktum. Jules Verne’i ve Balzac’ı okuyordum, ama aynı zamanda Kerime Nadir Hanımı da okuyordum. Karma karışık böyle.. ama bu okumaların içerisinde beni ilgilendirenler vardı, hiç ilgilendirmeyenler vardı. Mesela Andre Gide, beni hiçbir zaman etkilemedi. Gittim, hayatını okudum. Hakikaten tanısaymışım hiç sevmezmişim. Balzac beni çarptı, Dostoyevski beni çarptı, Gorki beni çarptı…

Bunları çok erken yaşlarda okudunuz….

On yedi on sekiz yaşlarında ben bunları okuyordum. Hatta şu iş de nereden aklıma geliyor, Saadet Hepimize Mahsustur diye üç ciltlik aile romanı yazmak… Okuyorum, heyecanlanıyorum, hem de yazıyorum. Saadet Hepimize Mahsustur’u, siz araştırmacısınız belki bulursunuz. Saadet Hepimize Mahsustur’u ben bitiremedim. Bu romanın I. cildinden epeyce bir kısım yayınlandı.

Yayınlanan ilk romanım da on birinci romanımdır. Ondan evvel on tane roman yazdım. Ama onları beğenmedim. Meselâ o romanları bilenler sonradan bana sormuşlardır, onları niye yayınlamıyorsun diye. Fakat iki şahidin ikisi de vefat etti. Biri Ajlan Sayılgan’dı. Ajlan Sayılgan, bana ikide bir telefon ederdi: Yahu Denize Çıkan Sokağı niye yayımlamıyorsun? Öteki de Rıfat Ilgaz’dı. Rıfat Ilgaz, Harman Zamanı’nı niye yayımlamıyorsun, diye sorardı.

Bunları, yayımlamaya değer bulmadığınız için mi yayımlamadınız, şartlar mı öyle getirdi?

Şimdi şartların biraz rolü olabilir. Bernard Show’un meşhur bir sözü vardır ya “Gençlik eserlerinizi saklayın, meşhur olunca yayımlarsınız.” diye. Yani şimdi istesem yayımlatırım onları ben de. Hayır değil, onunla ilgili değil. Başka bir sebepten. İlk iki romanı yazdıktan sonra birincinin adı Bir Mahkum Vardı, onları yazıp bitirdikten sonra gördüm ki kendimi yazıyorum, hatıra yazar gibi. Sonra bunun diğer yazarlarda da olduğunu keşfettim. İlk eserlerde yazar, kendini anlatıyor, bundan hoşlanmadım. Sonra onlarda kendimi gördükçe bu da olmaz, bu da olmaz oldu. İlk, ben olmayan Sokaktaki Adam’dır. Fakat buna o kadar alışılmış ki Hasan’ı ben zannetti herkes. Bana birtakım tipler geliyor, “Ağabey, bu akşam meyhanelerde kafayı çekelim.” diyor. Ben içki içmem. Beni o adam sanıyorlardı. Halbuki hiç alakası yoktu, ben başka birini yazdım. Yani kendimi yazıp teşhir etmek istemedim.

Sizce roman nedir? Nasıl olmalıdır?

Orada büyük bir sorun var. Benim yazdığım roman, alışılmış roman değil. Yani başından itibaren alışılmış romanın en iyilerini okudum, onlara hayran oldum. Yani şimdi kaç babayiğit çıkıp Harp ve Sulh yazabilir. Nerede o babayiğit? Böyle bir roman yazamazsın… Zamanımız öyle bir zaman ki şimdi artık roman okuru, aynı zamanda sinema ve televizyon seyircisi. Sinema ve televizyon seyircisi demek, dramatik düğümden hızla giren ve hızla çıkan biri demek. Sen böyle on iki sayfada bir yaprak düşürürsen okuyucu çoktan başka bir kanala geçti. Şimdi ne yazık ki bunu bizim yazarlarımızın içerisinde espri olarak çok iyi anlayan fakat nefesli yazmadığı için romana uygulayamayan biri var: Sait Faik. Sait Faik, bunu çok güzel anlamıştır. Fakat nefesi yoktur. Romanı yazarken sıkılıverir. Siz bilmezsiniz. Onun ilk romanı Medarı Maişet Motoru yayımlandığı zaman kahramanı yarısına kadar başka bir isimle yazılmıştır, yarısına kadar başka bir isimle. Çünkü üşenmiş, bir daha okumamıştır. Bu işin şaka tarafı. Bir de Reşat Enis, roman tekniğinde diğerlerinden farklıydı. Üslûbu kötüydü. Gazeteci üslûbuyla yazardı. Gece Konuştu romanında roman kahramanı birden bire bir kişi, bir aile olmaktan çıkıyor, bir toplum oluyor. Bu tabi yepyeni bir düşünce tarzı. Başından itibaren ben bunu algılamaya başladım, sağdan soldan. Ama Avrupa’ya gidip lisan öğrendikten sonra bu iş ciddileşti. Bunu size anlatmam lazım. Çünkü bizim nesillerde yabancı dil bilinmediği takdirde batı kültürü de bilinemez. Çeviri yoktu, hele Marksist çeviri hiç yoktu. Sadece beğenilmiş ve sevilmiş, Türkçe’ye aktarılmış kitaplar vardı. Bir de onlardan çeviri yapılmadığı için bizim yazarlarımızın bir kısmı da onlardan aldıkları ilhamlarla onların kitaplarını tekrar yazmışlardır. Abdülhak Hamit, aşağı yukarı Corneille, Shakespeare ve Racine’dir. O piyesleri okuduğunuz zaman aynı havayı bulursunuz.

Ne yazık ki sinemamızda da, romanımızda da, tiyatromuzda da, şiirimizde de biz Tanzimat’tan itibaren özgün değiliz. Resmen kopyacıyız, sağdan soldan birtakım kopyalar yapıyoruz. Onları Türkçeye aktardığımız zaman yeni bir şey keşfettik sanıyoruz. Bunu ben Fransa’da çok hazin bir şekilde yaşadım, yazdım da belki okumuşsundur. Sizin şiiriniz nasıl dediler, bana bir gün; genç şairler grubu vardı. Ben de Orhan’dan, Melih’ten birtakım şeyler okudum. Ooo … bunlar 1890’da burada yazılan şiirlerdi, dediler. Ben müthiş madara oldum. Hakikaten baktım, sürrealistler o tarihlerden itibaren var, dadaistler, şunlar bunlar… Bir Bakî, bir Nedim çevirdim, Fransızca okudum, bunlar çok orijinal, değişik şeyler dediler. Senin elinde şiirin hası var, sen bunu bırakıyorsun, onların beğenmediği, kenara attıkları akımı, şiiri büyük bir şiir, bir cereyan gibi ortaya çıkarıyorsun. Ondan sonra ben de ulusal kültür sentezine karar verdim. Ulusal kültür sentezini estetik düzeyde yaparken hem şiirde hem romanda geçmiş kültürü katiyen terk etmemek lâzım geldiğine, onlardan esinlenmek gerektiğine karar verdim.

Romanı roman yapan teknik, Gâvurca söyleyeyim, narrasyona, anlatıma dayanan bir şeydir. Bir şeyin başından itibaren görsellik kumandayı ele alıyor. Sinema…sinemadan itibaren senin seyircin, yani okurun sinema seyircisidir. Yani sen ona yazdıklarını aynı zamanda bir gerilim içinde, bir olaya bağlayarak ve bireyselleştirerek anlatmak zorundasın. Bütün bunlar da görsel olmak zorunda. Veremezsen eğer, seni bu kez okur bırakır. Hele derin ruh tahlilleri, ben kendimin derinliklerimi anlatıyorum diyerek, böyle yollara gidersen, sen kaybolursun. Bunun ilk denemesi, ön sözünde yazmıştım, Sokaktaki Adam’dır. Sokaktaki Adam o kadar başarılı bir deneme olmuştur ki filmi, eşim çekti, benim eski eşim, o kadar kolay çekildi ki… Çünkü öyle görsel bir düzen içinde yapılmış ki son derece kolay çekildi. Eğer biraz parası olsaydı bir şaheser olurdu. On dokuz tane mi ne armağan kazandı o film. Çok başarılı oldu. Şimdi ilk onu yazdım. Ondan sonra, her defasında biraz daha ileri giderek yazıyorum. Meselâ Zenciler Birbirine Benzemez burada tartışılmıştır, ilk çıktığı sıralarda. Kimse bir şey anlamadı Zenciler Birbirine Benzemez’den. Çünkü orada sonradan batının üstüne çok düşeceği sonu olmayan roman meselesi vardı. Bir sona bağlamıyorsun, hayattan bir kesiti orada bırakıyorsun. Orada onu denedim. Kurtlar Sofrası’nı yazarken de yine bir kesit, bir dönem var. O dönemi bir hayli gerçekçi anlatmıştır. Orada da aynı mantıkla yaptım. Şimdi bu, mantığın esası nedir? Görselliktir. Yani cümleye değil, imgeye dayalıdır. İkincisi, cümleye dayanan roman iki boyutludur. İmgeye dayalı roman üç boyutludur, mutlaka tutulur hâle getirmelisin insanları, olayları. Orada görülmeli, onu o şekilde yakalamalı. O şekilde yakalayamazsan olmaz. Şimdi ben son kitapta, Fikriye’yi yazdım. Benden önce birçok insan Fikriye’yi yazdı. Benim Fikriye’m çok görsel. Öyle görsel ki aynen karşında duruyor senin. Bütün mesele bu. Bir de büyük değişikliklerden bir tanesi senaryo tekniğine sahip olduğum için ben, bildiğim için, düşündüm ki eski romandaki zamana tahakküm ediyorum diye, yani bir bölümde 1980’e kadar getirip öbür bölümde 1925’ten başlayamazsın. Başlarsan eş zaman kurmak zorundasın senaryolarda olduğu gibi. Benim romanım eş zamanlıdır. Burada bir şey geçerli, öbür tarafta da başka bir şey geçerlidir. Senaryo tekniğini edebîlikten uzaklaşmadan yani senaryo gibi yapabilirsen olur. Ben de onu denedim. Çok sorulmuştur. Belki sen de soracaksın, dönem romanlarında dönemin dilini kullanıyorum. İnsanlar öyle konuşuyorlar. Buna itiraz ettiler. Hepsi de ayağa kalktı. Hatta son kitapta burada konuşma yaparken bir hanım yazarımız, meselaâ “istihkâm” diyorsunuz. “İstihkâm” ne demek ben bilmiyorum, dedi. Dedim, sen yazarsın yahu. Sen bilmiyorsan hiç kimse… şimdi mesele çok basit. Cevabını vereyim. İlk ben bunu ortaya çıkardığım vakit bu soruldu bana. Küstah bir cevap verdim. Gençler, bu dili bilmiyorlar, anlayamayacaklar, ne dersiniz, dediler. Öğrensin keratalar, dedim. Bu da yayımlandı. Çünkü İngilizce öğreniyor, anasının dilini öğrenmiyor. Bu olmaz. Öğrensinler, dedim. Şimdi bu defa cevabım başka türlü oldu. Bunları anlamazlar, doğru. Anlamazlar iyi de bu romanlar hep dörder beşer basım yaptı, bunları kim okuyor? Demek ki sizin söylediğiniz hikâye. Halk okuyabiliyor, öbürleri pekala anlayabiliyor. Onlar kendileri anlamak istemiyorlar. Çünkü onlar züppe bir Türkçe buldular, hiç kimsenin anlamadığı. Lâftan lâfa geçeceğim. Birden aklıma geldi. Bir aralar kafaya taktım. Türk Cumhuriyetlerinde adamlar buldum, onlarla konuştum. Meselâ cevap kelimesi, Kırgız ne diyor, Kazak ne diyor, hepsini buldum, çıkardım. Çok şaşarsınız! Hepsinde cub, cuub… değişiyor. Ama bir tek biz yanıt diyoruz. Düşünebiliyor musunuz? Böyle bir komiklik olur mu? Onlarla anlaşacağız diye biz bu Türkçeyi yaptık. Bir tanesi bile öyle uyduruk bir laf demiyor. Cub diyor, cuub diyor, anlayabilirim. Ama yanıtı anlaması mümkün değil onların. Azerî ile konuşuyorum “Sen Türkçe danişmirsen.” diyor. Türkçe konuşmuyorsun, diyor. O yüzden o dille yazdım, öyle konuşturdum.

İlla Türkçesini ya da Türkçesi dedikleri kelimeleri kullanmakla biz dili daraltıyoruz….

Daralttığımız çok meydanda. Benim klâsik örneğim vardır. Ben kullanıyorum tabi o kelimeleri. Ama kendilerini bir yere soktular, kullanamıyorlar. Bizim dilimizde üzüntülü durumları anlatmak için ne derdik biz. “Melâl” derdik. Hüzün, keder kelimesi, elem kelimesi, bütün bu kelimeler vardı. Bunların nüansları vardı. Çünkü kederli olmak başkadır, hicranlı olmak başkadır, elemli olmak başkadır. Son derece farkı vardır. Hicran, içinde ayrılık olan bir hüzündür. Bütün bunlardan istifade ediyorduk. Bunlardan bir tek hüzün kaldı. Hüzünden başka yok. Hepsi gitti. Melâli bilmiyorlar. Melâli bilmeyince melûlü diyemiyorsun ve dil yüz yirmi bin kelimeden altmış bine düşmüştür. Yeni kelimelerin büyük bir kısmı tutmuyor. Daha da garip bir şey söyleyeyim, kelimeler yerleşirse farklı bir nüansı ifade ediyor, anlatıyor. O da öyle. Bu bakımdan benim dilimin ayrıca da başka bir özelliği var. Bizde nesir, klâsik nesir dediğimiz Türkçedeki nesir, bence Türk gramerine uygun bir nesir değil. Bunu da araştırdım ben. Çünkü dikkat ederseniz bizde nesir fiil, fail meful şeklinde öğretilirdi eskiden. Yeni kelimeleri bilmiyorum. Türkçe öyle değil, Türkçe konuşulsa da öyle değil. Çünkü o sırayı takip etmiyoruz. Peki bunlar neden böyle gelmiş? Bunun dibini kurcaladım ben. Bizim edebiyatta biliyorsunuz, nesri, Âşık Paşa’yı okuyun deli olursunuz, yüz sayfa böyle gider, sonu da yoktur. Oradan gelip, onu alıp, oradan alıp, atlayıp diye gider. Bizde nesir Tanzimat öncesinde başlar. Batı ile temasa geçiyoruz. Bu temasta o zaman dış işleri bakanlığı kurmak gerekiyor. Reisülküttaplık kuruyorlar. İyi de Reisülküttaplık’a gelen notaları kim çevirecek. O zaman tebea-yı sadıka, Ermeniler ve bizim dış işlerinin bütün çevirilerini Ermeniler yapıyor. Ermeniler, bütün çevirileri kendi Türkçelerine göre çeviriyorlar. Onlar da o bizim sonradan benimsediğimiz “Ahmet kapıyı açtı.” cümlesi var ya bütün romanı öyle yazıyor. Dehşet içinde kalıyorsun o zaman. Türkçe öyle bir dil değil. Bunu sonradan keşfetmeye başladı bizim yazarlarımız. Meselâ Falih Bey. Çok yaman bir Türkçesi vardı Falih Beyin. Mithat Cemal Bey, farklı bir Türkçe ile yazardı. Türkçe ile yazmazlardı. Ben de bunu erken keşfettim. Başka bir Türkçe kullandım. Ben de şöyle bir şeye karar verdim. Gramere boş ver, imlâ lügatine boş ver. Bildiğin gibi yaz . Kızarlarsa kızsınlar, beğenmezlerse beğenmesinler. Ben ne imlâya aldırırım ne gramere aldırırım. Benim kendime göre bir imlâm vardır. Onunla yazarım, kesinlikle bunlara aldırmam. Bunlara aldırdığım takdirde ortaya çıkan metnin tatsız tuzsuz, kimsenin zevk almadığı bir metin olduğuna da eminim. Böyle yazan yazarları da herkes okumaktan sıkılır. Beni çok rahat okurlar. Konular zor olduğu hâlde benim romanlar kolay okunuyor. Çünkü üslûp çok esnek, konuştuğumuz biçimde yazıyorum. Zaten televizyondaki programın neden tutulduğunu da araştırdılar, o çıktı. Terminoloji kullanmıyor bu adam. Kahvede konuşur gibi konuşuyor. Söylediklerini anlıyoruz. Demek ki öbürlerini anlamıyorlar. Buradan o çıkıyor.

Bir romanınızda Şair Turgut, Ressam Eşfak ve arkadaşları “Sanat, sanat için mi, yoksa toplum için midir?” konusunu tartışıyorlar. Her iki tarafın da savunması yer alıyor. Ben sizin romanlarınızı okuduktan sonra aslında her iki anlayışın da bir arada verilebildiğini gördüm. Siz romanlarınızda yakın tarihimizin önemli toplumsal olaylarını, insanı ve insanın olaylar içindeki yerini göz ardı etmeden ele alıyorsunuz. Ancak bu arada sanat kaygısının da ağır bastığı görülmekte. İlk romandan başlamak üzere alışılmadık bir roman tekniği uygulamanız, Türk edebiyatında çok örneği görülmeyen dizi roman yazmanız, romanlarda şiirsel ifadeler kullanmanız bende bu izlenimi uyandırdı. Yanılıyor muyum?

Hayır, yanılmıyorsun. Ben doğrusunu yapıyorum. Çünkü Marksist estetiği ciddiye alıp da işin içine girince o zaman Fransa’da karşıma şöyle bir olay çıktı. Fransız Komünist Partisi’nin o tarihte tez olarak savunduğu estetik görüşleri ben benimseyemedim. Bu görüşler bana ters geldi. Marksist estetiği öğrenebilmek için Rusları okumak lâzım. Çünkü onlar bu işlerle uğraşmışlar adamakıllı ve o zaman öne çıkan iki isim var. Bir tanesi Marksist değil ama Marksizm’i çok iyi biliyor ve zamanında kullanıyor, Chernişevsky. Bir tanesi de Marksist partili fakat fikir adamı, Plehanov. Bu ikisini mutlaka okumam lâzım anlamam için. Şimdi bu kitapları nereden bulacaksın, Fransızca’sı da bulunmuyor o zaman; bizde bir Rus mültecisi arkadaş vardı lisan dershanesinde, o bana: falan yayın evine git, dedi. Montparnasse civarında bir yerde. Gittim, buldum orasını. Girdim ki bir cennet, ne ararsan var. Sovyetlere ait, Rusya’ya ait, hepsinin Fransızca’sı, tarihçesi var. Bu nasıl oluyor? Bir Sovyet kitap evi açmışlar, Fransızca olarak eserleri satıyor. Orada bana Rus, önce Dobroliyov okuyun dedi. Toplu bir cilt var dedi. Sonra Chernişevsky okudum, arkasından Plehanov’u okudum. Benim yaptığım sentez buradan geliyor. Ben ortalıktaki komünist partisinin, polit büronun ortaya attığı tezlere, onlara aldırmadım. Çünkü Plehanov, Bolşevikler tarafından reddedilmiş, aslında Rusya’ya sosyalizmi getiren adam, Marksizm’i getiren adam. Bilim adamı, kafası çok iyi çalışan biri. Türkiye’de bunun ilk defa lâfını da ben ettim. Hey ne yapıyorsunuz, bu adamlar var, e… ne yapıyorsunuz gibilerinden. Sonra tabiî diğer ülkelerde, Çekoslovakya’da, Almanya’da ortaya çıkanlar ve en önemlisi daha sonra benim sanat anlayışımda olduğu kadar dünya görüşümde de etkili olmuşlardır, Frankfurt filozofları. Onları okuyunca o şekil söylediğim olay, o zaman çok güzel gerçekleşti. İnsanın diyalektiğini hem doğa düzeyinde vermek hem de toplum düzeyinde vermek.

İnsanı her yönüyle almak…

Her yönüyle, insan, insan o da diyalektiğine dahil. Çünkü cinsel diyalektik diye de bir şey var. Cinsel diyalektiği bir insanda yaşıyorsa bunu birtakım insanlar cinsel diyalektik yüzünden hayatlarını kaydırıyorlar, toparlayamıyorlar. O zaman tabi çok ufuk genişliyor. Ben tabi hiç kimseye aldırmadığım için rahatlıkla o tipleri de buldum, seçtim, aldım, kullandım. Bunlar daha önce tartışmalara sebep oldu. Şimdi zaman zaman keşke yapmasaydım diyorum. Çünkü, şimdi işin cılkı çıktı Türkiye’de. Yani maalesef.

Attilâ İlhan, daha çok şair olarak tanınıyor. Ama aynı zamanda romancısınız. Hangi yönünüzle daha çok tanındığınızı düşünüyorsunuz?

Şair diye tanırlar. Şair diye tanınırım. Yalnız şöyle bir gerçek de oluyor. Şimdi meselâ, size bir şey anlatayım. Ben Maçka’da oturuyorum ve yürüyerek geliyorum buraya. Radyo evi civarında bir karı koca ve bir çocuk durdular ve bana bakıyorlar ve gülümsüyorlar. Nitekim yanlarına gelince adamcağız kibarca, affedersiniz dedi, Atillâ Bey değil mi ? Evet dedim. Biz sizi her cumartesi dinliyoruz, çok seviyoruz, işte falan. Eşi de gülümsüyor bana. Neyse merhaba, merhaba ayrılacağımız sırada adam izin verir misiniz bir şey soracağım kusura bakmayın ama dedi. Buyurun dedim. Sizin burada anlattıklarınız o kadar enteresan şeyler ki bunları niye yayımlamıyorsunuz? Ben dedim ki zaten onlar benim yayımlanmış kitaplarımda var. Kadın o zaman ne dedi biliyor musun? Ay sizin kitaplarınız da mı var, dedi. Şimdi öyle bir yere geliyorsunuz ki ben o kadın için bir televizyon yıldızıyım. Kesinlikle o beni bir yazar, çizer, orada söylediğim hâlde… ve bundan da size ısrarla şunu söyleyebilirim. İzleyicilerimiz de yeteri kadar dikkatli değiller. Ben orada diyelim ki Fransa’dan kahve anlatıyorum, bilmem ne söylüyorum. Geçen gün beni Beşiktaş çarşısında şişman, altmışını geçmiş, fevkalade süslü püslü bir hanım durdurdu. Aman sizi yakaladım diye böyle büyük bir heyecanla. Böyle leblebi gibi de döküyor, hiç durmadan konuşuyor. İşte beni ne kadar seviyormuş da, beni ne kadar dinlermiş de, her defasında da, yıllardır devam ediyor da, dedi ve neticede bir yere bağladı. O kadar etkiliyorsunuz ki beni, hep Paris’te gibi oluyorum dedi. Şimdi bak hiç anlamıyor ve benim söylediklerim umurunda değil, onu ilgilendiren sadece ona Paris’teki gibi olma hissini vermem. Yaa… böyle pek çok insan var. Okuyorlar ve anlamıyorlar, dinliyorlar fakat anlamıyorlar. Vaktiyle adını unuttuğum bir şairimizin bir şiiri vardı. Çok güzel, kısa bir şiirdir, ben onu sık sık söylüyorum şimdi. Bizde okur, medyatik okur, televizyonun seyircisi buradaki kişi. Şiir şu :

Gazetenizi okurduk Abdüsselamla
Daha doğrusu ben okurdum o dinlerdi
Sonra da ne yazıyor beyim derdi

Olay budur. Onun için anlaşılmak çok zor. Yani bu kadar yıldır yazıyorum. Bu kadar çok kitap satılıyor, çünkü rakamlar gerçekten büyüdü. Geçen sene içerisinde altmış bin civarında kitap satılmış benim. 60 bin kitap büyük rakam. Bu rakamı okuyan insanların düşüncelerinin çok başka türlü yerlere gelmesi lâzım. Nispet o değil düşük. Kurcaladığın zaman görüyorsun ki anlamıyorlar. Yani senin söylediğini tam anlamıyor. Niye anlamadığını kurcaladığın zaman karşına şu çıkıyor, yeteri kadar mücehhez değil. Yani okuldan kötü geliyor. Okul ona bazı şeyleri öğretmemiş, onları öğretmezse sen o kavramlara dayanarak öğretiyorsun, o kavramlar yok. Ben bunlara kafalarında raf olmayan insanlar diyorum. Sen bir şey söylediğin zaman rafa yerleşmiyor, yere düşüyor. O zaman bir şey anlaması mümkün değil. Yalnız iki şey var bizde. Zaten hep o kurtarmış bizi. Bir, Türklerde garip bir devlet kurma saplantısı var. Üç Türk bir araya geldi mi devlet yapıyor hemen. Öyle bir yapıları var. Bu yüzden de biz son derece bağımsızlık taraflısı bir milletiz. Çok üstümüze ıhtılar mı isyan ediyoruz. Bu tarafımız kurtarıyor. Çünkü düşünüyorum da I. Dünya Savaşı’nda müttefiklerin kabul ettirdikleri mütarekelere ve muahedelere bir tek biz isyan ettik. Ne Almanlar ettiler, ne Avusturyalılar ettiler, ne de Bulgarlar. Hepsi kabul etti. Biz o dakika isyan ettik, hemen. Başkası yok. Almanların aklının başına gelmesi için 1933’e kadar beklediler. 1933’te ancak uyandılar. Bizde o dakikadır. Bir bu kurtarıyor bizi, bir de çok ciddî şekilde geleneğe göreneğe bağlıyız. Bu bizi kurtarıyor.

Eğitim dediniz az önce. Edebiyat eğitiminin okullarımızdaki durumu hakkında ne düşünüyorsunuz?

Aslında tabi Türkiye’de okullarda edebiyat eğitimi falan diye bir şey yok. Yani o çok kötü. Tarih eğitimi de yok. Bunlar hep kalktı. Dünyanın en hazin şeyini yaşıyoruz biz. Bizim iki bakanlığımızın başında millî sıfatı vardır. İkisi de millî değildir. Biri Millî Eğitim, biri Millî Savunma… aslında tabi bunları millî sıfatları ile sıfatlandıran Atatürk’tü o zaman. Dedi ki bunlar millî olacak ve millî olması için her şeyi yapmak lâzım. Biz meselâ okurken çok iyi divan edebiyatı okurduk. Bize bir sene divan edebiyatı okuturlardı. Şimdi iyi de okuduk. Niye divan edebiyatını okutuyor, divan musikisini okutmuyor? Arada ne fark var ki divan musikisi yerine bana Beethoven okutmaya kalkıyor. Ya ben Beethoven’dan anlamam. O fıkrayı biliyorsunuz herhâlde. Sivas’a gitmiş Riyaset-i Cumhur Orkestrası, İsmet Paşa ile meşhur. Adam Timur’dan beri böyle zulüm görmedik demiş, meşhur, sen halka zulüm ediyorsun.

Mesele şuraya geliyor. Eğitimde edebiyat da dahil kesin bir şey var, ulusallaşmamız gerekiyor. Bunu bir gâvur söyledi ve çok da doğru söyledi Paul Daumot diye bir yazar vardır. Paul Daumot bir Türkolog, Fransız Strasbourg Üniversitesinde çalışıyor. Fakat Paul Daumot ’un çok güzel bir hayat hikâyesi var. Paul Daumot Türkiye’de büyümüştür. Çocukluğunu Türkiye’de yaşamıştır, ilkokulu burada okumuştur. Türk’üm doğruyum çalışkanımla okumuştur ve ancak savaş bittikten sonra Fransa’ya gidebilmiştir. Çünkü onun babası Suriye’deki Fransız ordusunda askerken ölmüş, annesi onu buraya getirmiş ve ancak burada barış içinde koruyabilmiş. Oraya gittikten sonra Paul, Türkçe bildiği için Türkolog olmuş. Şimdi tabi Türkiye’ye de gelip gidiyor. En son dört yıl önce gelmiş. Söylediği şu, derhal Atatürk’ün eğitim sistemine dönün. Bu rezillik olmaz, tek çare bu. Yani eski Tevhidi Tedrisat Kanununun gerektirdiği gibi, bütün bu yabancı dil okutan liseleri falan hepsini kapatacaksınız; lise, sahici lise ki o Fransız ihtilâlinin lisesidir, Gazi’nin aldığı. O lise, o eğitim verecek. Altı, böyle sekiz sınıf olabilir, o önemli değil. Ama orada da çok ulusal bir eğitim sistemi tedris edilecek. Ondan sonra bu iş yürür. Edebiyat eğitimi diye bir eğitim yok, aslında bir eğitim yok. Bizim Kerem’in oğlu, dayı dedi bu sene çok iyiyim dedi. Nasılsın, ne oldu dedim. Teşekkür aldım dedi. Notun kaç dedim. İki dedi. İki ile teşekkür alıyorlar, böyle nasıl bir şey oluyor bu yani, iki almış yavv… İki bizim dönemimizde intihar notuydu. Yani iki alan insan kendini denize atmayı düşünürdü. Onun için bitirdiler yani.

İlk romanınız olan Sokaktaki Adam’da sinematografik bir roman denemesi yaptığınızı söylüyorsunuz. Sizce sinema ve roman birbirine ne kadar yakın? Sinemanın yaşamınızdaki yeri nedir?

Şimdi sinema ile roman birbirine yakın falan değil. Böyle bir şey yok. Çünkü, sinema görsel olarak beşerî veya sosyal bir hakikati perdeye yansıtır. Eğer rejisör iyiyse bu hakikaten güzel olabilir. Fakat bir düşüncem var. Sinema bir kişiyle yapılmayan bir şey olduğundan, eser olduğundan, gösterimi için de hayli külfetli işler gerektiğinden romanın sağlamlığını ve devamlılığını sürdürmesi çok zor. Unutuluyor, yani harika filmler seyretmiş olabilirsin, fakat bunların hepsini okuduğun harika romanlar kadar iyi hatırlayamazsın. Romanlardaki tipler onlardan daha uzun yaşıyor. Yani diyelim bir tip yapılmış romanın birinde, o tipi sinemada birisi oynuyor Jean Valjan tipini, Sefiller’dekini, birçok insan oynamıştır. Benim kafamda hâlâ kitabı okuduğum zamandaki Jean Valjan var, onlar değil. Çünkü onların hepsi benim için taklit Jean Valjan, sahicisi değil. Okumanın getirdiği şey başka. Hatta sanıyorum ki kafada başka yere kaydoluyor. Yani film başka yerde, roman başka yerde. Romanla aynı şey olamazlar. Çünkü roman bir de dördüncü boyut içeriyor, sinemada olmayan. Düşünce boyutu. Sinemada seyrederken düşünemezsin. Orası gelir geçer. Romanı okurken düşünürsün. Böyle de bir imkân var.

Ülkemizde TV yayıncılığının gelişmesi ile birlikte yerli dizi yayıncılığında da önemli gelişmeler görülüyor. Siz bu işin öncülerindensiniz. Mevcut dizileri nasıl değerlendiriyorsunuz. Yeni projeleriniz var mı?

Şimdi yavrucuğum şöyle bir şey söyleyeyim sana. Biz dizi işine şöyle girdik. Ben o zaman Ankara’daydım. Bilgi Yayın Evini yönetiyordum ve o zamanlarda TRT, İsmail Cem tarafından yönetiliyordu. Orada bir ekip vardı, bir drama ekibi vardı. Bu drama ekibi genç televizyoncu rejisörlerden oluşuyordu. Bunlardan bir iki tanesi BBC’de de staj yapmışlardı. Bunlardan birisi günün birinde çıktı geldi bana. Dedi ki ben sizin bir romanınızı dizi yapmak istiyorum. İzin verir misiniz? Dedim, o oradan geçmez. Kurtlar Sofrası’nı yapmak istiyordu. Geçmez çocuğum dedim. Ben bir deneyeceğim, izin verin dedi. İzni verdik, denedi. Fakat yazamadı. Senaryo da yazmak istiyordu. Benden rica etti. Fakat ben bu arada onları tanıdım. Bunlar beş arkadaştılar ve beşi de Yeşilçam nedir bilmiyorlardı. Birdenbire şöyle bir şey gördüm, bu çocuklarla iyi sinema yapılabilir belki. Konuştukça büsbütün ümidim arttı ve sonunda tam artık Kurtlar Sofrası’nın senaryosunu ben tamamlamıştım, İsmail Cem gitti. İsmail Cem gidince hiç ümidim kalmadı. Vazgeçtik. Fakat o, senaryodan vazgeçmedi. İlle bir senaryoyla çalışalım, dedi. Ümit tipinin gazetecilik dönemini alan bir senaryo düşündük ve “Sekiz Sütuna Manşet” çıktı. Onu yazdım. Sekiz Sütuna Manşet’i çekerken Yeşilçam’da hiçbir zaman rastlamadığım bir olayla karşılaştım orada. Senaryo ciddiye alınıyor, senaryoda yazılı olan şey çekilmeye çalışılıyor, böyle “Hadi canım gece yazmış ama gündüz çekelim.” denilmiyor. Ciddî bir çalışma var. Bunu beğendim. Bu çocuklarla çalışılır havasına girdik ve orada üç beş tane dizi yaptık. Onlar da dizileri yaptılar ama hep beraber oturup konuşuyorduk ve bir hava doğmuştu. O dönemde yapılan dizilerin hepsi iyidir ve sinema mantığıyla yapılmıştır. Televizyon işi değildir. Şimdikiler televizyon mantığı ile yapılıyor. Televizyon mantığı, çünkü sulandırıyor, yayıyor ve cıvıtıyor. Sinema mantığı ile yaptıkları için de ve o zaman da fedakârlıktan çekinmedikleri için çocuklar, iyi şeyler çıktı. Şöyle söyleyeyim, benim Yeşilçam senaryolarında gerçekleştirme yüzdesi en iyisinde- ki “Ver Elini İstanbul” filmidir- % 35’i geçmemiştir. Halbuki televizyondaki dizilerde %75’e kadar çıktı. Çünkü orda hatta ben yazarken telefon ederdim Hüseyin Karakaş’a, derdim ki “Hüseyin, ben şöyle bir sahne düşünüyorum. Çekemezsen yazmayım.” Hep cevap şu olmuştur: “Hoca sen yaz. Çekebildiğim kadarını çekerim, uğraşırım.” ve uğraşmışlardır. Hatırlıyorum, Kartallar Yüksek Uçar’da bir İstanbul sahnesi vardı. Fonda gök gürültüleri duyulur, camda yağmur görülür diye bir not koymuşum. Sonra dedim ki ben de çok fazlasını istiyorum. Bir görünecek, yağmur makinesini getir, orada yağmur yağdır. Çocukların başına iş. İhtiyarî diye yazdım altına, istersen çek. Çekti. Böyle gayret ediyorlardı. O çocuklar İstanbul’a geldiler, kayboldular. İstanbul, Yeşilçam onları yedi. Şimdiki diziler Yeşilçam. Tamamen Yeşilçam mantığında, yalnız o zaman bizim yaptığımız dizilerin kopyalarını yapıyorlar. Bu o kadar gülünç yerlere varıyor ki, şeyde benim uydurduğum bir isim olan Hanım Ağa ismi, şimdi dizilerde isim olarak kullanılıyor. Halbuki Türkçede öyle bir isim yok. Bunu ben uydurdum. O kadar taklide gidiyorlar. O kadar yalan yanlış şeyler yapıyorlar. Ümit veren bir iki rejisör var, bir iki de diyalog yazarı var. Hele şimdi sit-comlara geçtiler. O, artık tamamen bu işin dağılacağını gösteriyor. Zaten sinema da çok taklit bir yerde. Bir komedi yaptılar meselâ. Arkada Ertem Eğilmez’in sırıttığını görüyorum ben. Ertem, hınzır bir oğlandır. Onun komedilerinin bir başka versiyonunu çekiyorlar. Daha kalabalıklar, daha çok para sarf ederek. Şimdi aynı dram. Sinemada yaşadığımızla edebiyatta yaşadığımız farklı değil. Türk değil. Yani yaptığı şey Türk değil. Türk olmuyor. Ben bunu televizyonda söyledim bir vesile ile. Kim sormuştu, sen hatırlayacaksın, ismi Beril. Kanal D’ de idi, bir vesile ile “ Türk aydınları hakkında ne düşünüyorsunuz?” diye. Türk aydınları Türkleri küçük görüyor, onları küçümsüyor. Türk aydınları, onları adam edilecek hayvan olarak görüyor. Bu kafayla olmaz bu iş. Bu kafayla biz hiçbir yere gidemeyiz. Onlar kendileri zengin olmaya başlayınca, Anadolu burjuvazisi ortaya çıkınca komprador burjuvaziye karşı neye dayanacak. Dine dayanacak, onun ideolojisi din oldu. Başka bir şey yok ki. Onlara Mustafa Kemal milliyetçiliğini verememişsin ki… Mustafa Kemal milliyetçiliğini vermiş olsan adam ona dayanacak. Fransız burjuvazisi onu yapıyor. Sen o ihtilâli reddediyorsun. İhtilâl demiyorlar yahu. Mustafa Kemal Paşanın lâfları var. Ben yayımlıyorum şimdi. Dehşete düşüyor herkes, bunları demiş mi? Dedi de hepsi yok edilmiş, saklanmış. Olacak şey mi? Elimizde üç ciltlik bir söylev ve demeçleri var, eksik. Şimdi bu çıktıkça, bu meydana dökülüyor. Niye? İktidarda kim varsa ona göre bir Mustafa Kemal yapmışlar. Dehşet bir şey. Askeriyenin elinde bir üç ciltlik Mustafa Kemal’i var, o da öyle, o da eksik.

Sâlise Nâlân, Feridun Hakkı’nın karısı Maide ve ‘Katır’ Müzeyyen olumlu yönleri olmayan kadınlar. Bunlar sürekli olumsuz yönleriyle plânda. Ümit’i az önce söylediniz, bunun dışında yazarken kontrolünüzden çıkan tipler oldu mu?

Tabi oldu. Ahmet Ziya da çıkmıştır. Neveser çıkmıştır. Neveser’de de vardır o. Biraz Mizrahilerde Rosa’da ve Raşel’de var. Bunlarda da var. Çıkmasından memnun oluyorum kontrolden. Çünkü o yaşar kılıyor. Daha yaşamaya başlıyor. Buna mukabil meselâ Hayrunnisa çıkmadı. O normal seyrinde gitti. O çıkar mı diye korkuyordum. Hayır çıkmadı.

Romanlarınızı kurgularken olayların seyrinin sizin isteğiniz dışında şekillenmesi gibi bir durum ile yüz yüze geldiniz mi?

Yani biçim olarak mı?

Kurguladınız, ben şöyle şöyle yapayım dediniz fakat yazarken belli bir noktada sizin düşüncelerinizin dışına çıktığı, yönünü değiştirdiği oldu mu?

Şey olarak çıkmaz. Nasıl söyleyeyim. Muhteva olarak çıkmaz. O muhteva içinde kalır. Fakat o muhtevayı genişletebilir. Öyle kalır. Hayat ilişkileri içinde çıkabilir. Onda olabilir. Meselâ bunu ben evlendirmeyi düşünmem ama âşık olurlar, mümkün değil evlenecekler. Böyle şeyler olabilir. Bu da ayrıca çok hoşlandığım bir şey.

Sizin “Masa başı romancıları” dediğiniz bir yazar grubu var. “Masa başı romanı” sözüyle neyi kastediyorsunuz? Masa başı romancıları kimler?

Şimdi isim vermek istemem. Ama masa başı romancıları her zaman var. Bir insan tipi var, bu insan tipi çok hassas, yaşadığı her şeyi içine atar. Fakat son derece pasiftir. Hayata müdahale edemeyen bir insandır. Bu insan tipi iki şey oluyor hayatta. Ya koleksiyoncu oluyor ya da romancı oluyor. Bu romancı olduğu zaman içine ne attıysa onu yazıyor. Bu yazdıklarının dörtte üçünü de yaşamadığı kesin. Şimdi meselâ çok önemsenen bir romancıdır Kafka. Kafka böyle bir insandır. Bu yazdıklarını yaşamamıştır. Ama yaşamayı kurmuştur. O bu tip bir romancıdır. Kafka bir deha, en iyilerinden birisidir. Bunun bir de kötüleri var. Fakültede okurken kafası basmıyor, fakülteyi bitiremiyor. Çevreye giriyor, çevrede onu sevmiyorlar. Oradaki kızlara âşık oluyor, kafasından. Masanın başında oturuyor, bunları yazıyor ve herkes okusun istiyor. Okumaz. Okurlarsa da sevmezler.

Genellikle yazarla eseri arasındaki münasebetler okuyucu tarafından merak edilir. Bu bağlamda hayatınızın belli bir döneminde Sokaktaki Adam adlı romanda çizdiğiniz Ayhan karakterine benzer bir kadına âşık olup onun tarafından terk edildiniz mi? Hasan ile sizin aranızda bu açıdan ortak bir nokta arayabilir miyiz?

Hayır! Öyle bir şey olmadı. Yani şimdi eğer bağlantı kurulmak istenirse tam o zamana geliyor. Benim Suna ile aramdaki ilişki benzer bir şey gösteriyor. Fakat ilişki böyle seyretmiyor. İlişkinin seyri başkadır. Yani şöyle bir şey oldu. Sonunda ben Suna’yı almaya karar verdim. Ama alabilecek durumum yok. Babasıyla konuştum. Çok haklı adamcağız, iyi niyetli de “Oğlum tamam evlenin de sen Suna’ya nasıl bakacaksın?” dedi. Gözlerimle bakacağım, bakacak başka bir şeyim yok ki. O ara macera hâlinde bir adamım. Vaz da geçmek istemiyorum. Bir ara dengine getirdim. Mecidiyeköy’de bir ev tuttum bir arkadaşla beraber, yalnız tutamıyorum evi de. İyi kötü orayı yaşanır hâle getirdim. Sonra bir mektup yazdım. Çok matrak bir mektuptu. Rujunu cebine koy, kaç gel yazdım. Mektup buydu. Ondan sonra beklemeye başladım. Tabi kız gelmedi. Ama neden gelmedi, yıllar sonra öğrendim.

Ruju mu yokmuş?

Ha ha ha…hayır ruju yok değilmiş. Kaçacağını fark etmişler. Ağabeyi subaydı. O zaman da şarkta hizmet yapıyordu. Onu almış şarka götürmüş. Kızcağız da orada pencereden yağan karlara bakıp ağlamış. Sonradan anlattı bunları. Yani bizim öyle bir durumumuz yok. İyi bir sonuç olabilirdi.

Sizce üniversite öğrencileri ve akademisyenler Ayhan ve arkadaşları gibi, basit düşünen, kendilerini yetiştirememiş insanlar mıdır? Ayhan ve arkadaşları ile kimleri sorguluyorsunuz?

Üniversite çevresindeki öğrencilerin daha doğrusu Ayhan’ın ve çevresinin eleştirisi. O zaman iki fakülte idi İstanbul’da oturmuş olan. İstanbul’da o dönemde okumuş olanlar iyi bilir, ikisi yan yana idi okulların. Bir tanesi Güzel Sanatlar Akademisi, diğeri Edebiyat Fakültesi idi. Zaten filmi de orada çektiler. Filmin o sahnelerini. O çocuklar şimdi Cihangir tayfası denilen şeyin başlangıcıdır. Yani büyük mânâda Türkiye içerisinde Türkiye standartlarına göre değil, bir Sofo standartlarına göre, yahut Greenwich Village standartlarına göre yaşamak isteyen, Montparnasse’a göre yaşamak isteyen insanlardır. Çünkü onlarda şimdi öyle insanlar var ki dolu. Şurada oturur, bir salata yer, gider. O öğle yemeğidir. Açlıktan ölür. Çünkü o Türk bağırsağıdır, Türk usulü yemek ister. Ama bunları yemez. Gider onları yer. Burada filmler oynar mesela. O filmlerin içinde gider en alakasız kimsenin beğenmediği bir filmi bulur, bir şaheser, kimse anlamıyor diye gelip konuşur. Bunlar Felatun Bey ve RakımEfendi’den beri geliyor. Türkiye’deki müstemleke aydınları bunlar. Bunlar onlar. Şey tam tipik odur, Ayhan odur. Hoş bir kızdır, iyidir, falan ama ben doçent olacağım diye tutturmuş, o çevrede de olur. Ama Hasan gibi birini asla hiçbir şey yapmazlar.

1958 yılında Dost dergisine yazdığınız bir yazıda (Cilt 2, Sayı 12, Eylül 1958) roman kuruluşumuzu ilkel ve geri bulduğunuzu söylemişsiniz. O günün romanlarının estetik ve kurgu bakımından 19. yüzyıl romanı seviyesini aşamadığını, aşırı sol sosyalist realizmden gelen bir şemacılık ve popülizm ile kahve sohbeti ve meddahlık tarzı bir anlatımla yazıldığını iddia etmişsiniz. Sizce Türk romanı bugün ne durumdadır?

Şimdi Türk romanında iki cereyan görüyoruz. Bunlardan bir tanesi, eskiden aşk romanları dediğimiz bir roman tarzının modernleştirilerek biraz da televizyonlaştırılarak yazılması şeklinde oluyor ve bu özellikle küreselleşmeyle birlikte dünyanın her yanında piyasaya sürülen romanlar şeklinde görülüyor. Bu tarz, o dönem romanlarının Mahmut Beyin, Kerime Nadir Hanımın, Muazzez Tahsin Hanımın romanlarının kötülerini yazıyorlar. Onlar daha iyi. Çünkü onlar, hiç olmazsa beşerî unsurlardı, daha iyi hissediliyordu. Bunlar beşerî unsurdan mahrum çoğu. O taraf eksik kalıyor. Çünkü belirli bir yönlendirme var bunlarda. Onlarda yönlendirme yok. İçlerinden geldiği gibi yazıyorlardı. Onların istikbalini görmüyorum, hatta edebiyat tarihi içinde yerleri de olur mu olmaz mı biraz tereddütlüyüm. Bir de post-modernist olmak isteyen bir roman eğilimi var. Post-modernizm aslında Amerikan görgüsüzlüğü demektir. Amerikalıların hiçbir zaman tarih ve kültürü olmadığı için şimdiye kadar batı Avrupa kültürüne dayanarak bir şeyler yapıyorlardı. Çünkü iki harp arası ve harplerin hemen sonrasına kadar olan dönemde hem Amerikan edebiyatı, hem Amerikan sineması Avrupalılar tarafından yönetilmiş. Oraya gelmiş olan göçmen rejisörlerle, orada eğitim görmüş olan Amerikalılarla. Yani Avrupa yazarlarına özenerek yazmışlardır. Bunun için bir şeye benzer yazdıkları. Ama II. Dünya Harbi’nden sonra dünyada tek kalıyorum havasına girdiği için Amerika, Avrupa’yı küçük görmeye başladı. Şimdi bütün dünyayı küçük görüyor ve kendi bilgisine dayanmaya çalışıyor. Kendi bilgisi yok. Kendi bilgisi olmadığı için ortaya saçma sapan ne idüğü belirsiz bir Post-modernizm çıktı ve birtakım bilgili adamlar da bilgilerini bırakıp onu taklide kalkışıyor. Bu da ayrı bir dramdır.

Uzun yıllar yurt dışında kaldınız. Türk edebiyatı, Türk romancılığı Avrupa’da ne kadar tanınıyor? Bizi bu konuda aydınlatabilir misiniz?

Şimdi bak yavrucuğum, Türk romancılığı, edebiyatı, Türklerin kendileri de Avrupa’da tanınmaz ve tanıtılmak da istenmez. Yani onların tanıtılabilmesi için Türkleri yermesi lâzım. Mutlaka roman Türklerin aleyhinde olacak, Türkleri yerecek, burası esaret memleketi olacak, Kürtleri kesiyor olacağız, Ermenileri kıyma yapmış olacağız. Böyle yazdığınız takdirde ilgilenirler. Şimdi ben bir başka şey daha söyleyeyim sana. Bıçağın Ucu’nu da Fransızca yazdım. Fransa’da yayınlansın diye değil. Fransızca yazabilir miyim, iddiası var bende. İki romanı öyle yazdım. Yazdıktan sonra Claude ile beraberiz. Claude da edebiyatçıdır, Fransız. Claude bana dedi ki, sen koca romanı yazdın, hiç olmazsa bir Fransız yazarına gönder de hakkında bir referans al, dedi. Fransız yazarlarına güvenmiyorum ki. Görüşmek istiyorsun, arıyorsun, hep meşgul oluyorlar. Çok meşgul oluyorlar. O zamandan beri ben de Fransızlara aynı şeyi yapıyorum, ben de meşgul oluyorum. Attilâ meşgul gelemez. Şimdi bir isim söyledi, onu reddedemedim. Simon de Beauvair var dedi. Bak dedim ona gider. Müsveddeyi yolladım. Cevap falan geleceğini ummuyordum. İnanamazsınız on gün sonra cevap geldi. Benimle görüşmek istiyor kadın ve onun meşhur bir kahvesi var, Montparnasse’ta o kahvede buluştuk. Konuştuk. Kadının bana bakışı ve konuşma tarzı, bir de kendi yazarlarına ve yayın evlerine bakış tarzı dehşet vericiydi. Şimdi bu kitap dedi tüm yayın evlerinde çıkabilir, kesinlikle tavsiye etmem. Bunlar hayvan, dedi. Böyle söylüyor. Bunlar dedi, oradan bakacaklardır, bir Türk danışmanları vardır, ben biliyorum bu danışmanın kim olduğunu, ona göstereceklerdir. Aaa… Türkiye’de siz şunları yazmışsınız, bunlar yazılmaması lâzımdı, olacaktı ve yayınlamayacaktır. Siz isterseniz şaheser yazın dedi. Onun için orada o işleri ciddî ciddî böyle roman gibi okuyup orada çıkan kitapların mutlaka bir maksadı mahfufu vardır, onsuz çıkmaz… Sen kalkıp memleketini savunursan, memleketindeki insanları savunursan, onların haklarını savunursan, hele batılıların bu konuda halt ettiğini söylersen hiç hayal kurma. Hiç kimse seninle ilgilenmez….

Romanlarınızın bir çoğunda özellikle de Aynanın İçindekiler dizisinde bölüm başlarında, sonlarında ve bazen de aralarında bazı tarihî belgeler yer almaktadır. Bu belgeler, bölüm içinde anlatılan olayları ya da öne sürülen tezleri destekler niteliktedir. Ancak bu belgeler, romanın okunmasını zorlaştırmakta, akıcılığını bozmakta. Siz bir yazar olarak bu belgeler olmadan da savınızı ortaya koyabilirdiniz. Böyle bir yola başvurmanızın nedeni nedir?

Şimdi söyleyeyim çocuğum. Bıçağın Ucu’nun ilk yayınında yoktu belgeler. Orada iddialarım var, sözler var. Bunlar eleştiri mevzuu oldu. Dediler ki aslı yok. Hepsi belgeye dayalı onların. O belgeleri koydum, sustular. Şimdi de çok iddialı şeyler söylüyorum.

Siz Türk romanında imgesel hareket ve eylemin eksik olduğu görüşünü ileri sürüyorsunuz. İmgesel hareket ve eylem nedir ve bu konudaki eksiklik nasıl giderilebilir?

Şimdi tabi o ayrı bir şey. Görsel algılama ve görsel yansıtma yeteneğinin olması lâzım. Herkeste yok. Bazı insanlarda var, bazılarında yok. Evvela bir defa olayı görsel olarak bir projeksiyona sokmak gerekiyor. Daha doğrusu ben yazacağım sahneyi bir film gibi önce görüyorum ve film gibi gördüğüm o sahneyi yazmak da çok zor değil. Eğer yazmada da imgelerle düşünebiliyorsan çok kolay gidiyor. Ama eğer imgelerle düşünemiyorsan yani bir gazeteci gibi yazıyorsan o takdirde çok zorlaşıyor. Çünkü imgeyi anlatmak için yarım sayfa yazı yazman gerekiyor. Halbuki o bende bir cümle. Bir cümle ile geçiştiriyorum. O imge gözünün önüne geliyor senin. Sanırım burada şairliğin biraz rolü var. Şair zaten imgelerle düşünüyor. Zaten o, mantık içinde değil. Mantık içinde düşünmeye kalkarsan olmaz. Ben şimdi romanın ikinci cildini yazıyorum. Bir yerde “Pencerelerin önünde acaip bağrışlarıyla karga düğümleri çözülüp açılıyordu.” demişim. Karga düğümleri lâfını, şair olmayan bir romancı çok zor bulur. Bunu kabul etmek lâzım.

Edebiyatın farklı alanlarında eserler veriyorsunuz. Romanlarınız şiirlerinizi, şiirleriniz diğer edebî türlerdeki eserlerinizi nasıl etkiliyor?

Birbirlerine yardım ediyorlar zaman zaman. meselâ senaristlik romanda çok işime yarıyor. Çünkü romanı eğer görsel yapmak istiyorsan senaryodan bir şeyler alman lâzım. Zaman zaman kendimi kamera yerine koyabiliyorum. Hatta burada bir konuşma yaptım. O konuşmada romandan bir bölüm okudu arkadaş. Dedi bu meselâ sinema gibi. Tabi dedim ben plânlarımı söyledim. O yakın plân, bu orta plân, öbürü bilmem ne dedi. Çünkü onu ben öyle tasarladım zaten. Öyle tasarladığınız zaman okur için çok kolay oluyor algılamak meseleyi. Çünkü film gibi oluyor. Bir yerden sonra muhayyilesi varsa film olarak görür onu. Ama bizde muhayyile kıt, onu söyleyeyim.

Romanlarınız üzerine tartıştığımız bir arkadaşım, romanlarınızdaki dünyanın gerçekle bağdaşmadığı ve sun’î olduğu iddiasında bulundu. Arkadaşımla aynı düşüncede olmamakla birlikte bu konuda sizin de görüşünüzü almak istiyorum.

Tabi canım, şimdi bunu bana söyledikleri zaman hep gülerim ben. Eğer romancının yazdığı dünya, bu dünyanın aynı olursa yazdığı sanat eseri olmaz. O bunun farkında değil. Onun sanat eseri olabilmesi için benim merceğimden geçerek yansıması lâzım.

Aynanın İçindekiler dizisinin beşinci romanı olan O Karanlıkta Biz 1988 yılında yayımlanmış. Dizinin son romanı olan Allahın Süngüleri Reis Paşa ise Aralık 2002’de yayımlandı. Allahın Süngüleri Reis Paşa’yı Aynanın İçindekiler’den bağımsız bir roman olarak yazmayı düşünmediniz mi?

Hayır, hayır öyle bir şey yok. O daha sonra yazılacaktı. Altıncı roman Jön-Türklerin sonuncusudur. Bunu ilân da ettim ben. Bunu yazacağım diye. Hazırdı bu. Her şeyi yazabilirim hemen. Fakat olayların gelişmesi, Türkiye’nin böyle ters bir yere girmesi, o zaman Reis Paşaya çok önem kazandırdı ve çıkarsa çok etkili olacak diye düşündüm. Düşündüğüm çıktı. Çok sattı, çok ilgi gördü, tartışılıyor ve hâlâ okunuyor. O onunla ilgili dışarıdan bir şey değil.

Allahın Süngüleri Reis Paşa adı nereden geliyor?

Allahın Süngülerini orada söylüyor zaten Gazi. Onlara Haçlı seferi yapılıyor. Bana Haçlı seferi yapılıyorsa bunlar da Allahın Süngüleri…

Allahın Süngüleri Reis Paşa’da nasıl bir Atatürk anlatıyorsunuz?

Kendisini. Yani o bana anlatılan, okuduğum, elde ettiğim bilgilerden benim üstümde yaratılan bir tip var, onu anlatıyorum. Ama bunun gerçeğe uymayabileceği romanın başında söyleniyor. Bu benim çıkardığım Mustafa Kemal. Ama sanıyorum ki şimdiye kadar Türkiye’de söylenenlerden en çok gerçeğe yakınıdır.

Allahın Süngüleri Reis Paşa’da Zübeyde Hanım’ın, Fikriye’nin Mustafa Kemal Paşaya olan aşkına yaklaşımı son derece iyi; Makbule’nin ise daha katıdır. Bu romanda tarihî gerçekler mi, kurmaca dünya mı daha ağır basmakta?

Tarihî gerçekler ağır… yani onlara çok ters düşecek bir şey yapmamaya çalışıyorum. Yani Makbule Hanım açıkça kıskanıyor Fikriye’yi. Gördüğüm o. Çok net görünüyor o.

Allahın Süngüleri Reis Paşa’da, İstanbul’un işgalinden sonra Anadolu’da gelişen durumu ve Fikriye’nin Atatürk’e olan aşkını anlatmaktasınız. Neden bu zaman dilimini seçtiniz?

Şimdi o zaman çok önemli. Mustafa Kemal Paşanın hayatında sahiden etkili olmuş iki kadın var. O döneme rast geliyor.

Aynanın İçindekiler dizisinin yedinci romanı olarak Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki olayları veya Atatürk’ün Latife Hanım ile evliliğini işlemeyi düşünüyor musunuz?

Şimdi onu yazıyorum. Latife’yi yazıyorum.

Dizinin yedinci romanı mı olacak?

Hayır o altının ikincisi olacak. Yedinci Jön-Türkler gelecek.

Eleştirici ile romancı arasında bir ayrılık olmadığını; karşıtlığın ise bir roman grameri karşıtlığından ibaret olduğunu söylüyorsunuz. Roman yazarı olarak susmaktan değil, konuşmaktan yana olduğunuzu belirtip kendi romanlarınız üzerine değerlendirmeler yapıyorsunuz. Sizi, romanınızı eleştirmeye iten, başka eleştirmenlerce yeterince iyi değerlendirilemiyor olmanız mı?

Onun da rolü var tabi. Yani aslında benim romanlarım üstüne doğru dürüst bir Emre Kongar yazmıştır. Emre’nin yazdığı iyi bir çalışmadır. Bir de son zamanlarda kitap olarak çıktı Gönülden Esemenler’in kitabı var. Onun dışında ciddî bir çalışma yok.

Realizmi, aktif ve pasif olmak üzere ikiye ayırmaktasınız. Bu konuya biraz açıklık getirir misiniz?

Ben ayırmadım onu. O benim ayırmam değil. O zamanki solcuların ayırmasıdır. Denikin’de bunu yapan Chernişevsky’dir. Çernişevsky, eleştirel gerçekçilik, sosyalist gerçekçilik ayrımının babasıdır. Onun yaptığı gerçekçiliğe ve onun benimsediği gerçekçiliğe sonradan Plehanov eleştirel gerçekçilik diyor. Onun kendi getirdiği sosyalist gerçekçilik. Arada fark var. Çünkü eleştirel gerçekçilik, sosyal durumu sadece tespit eder. Sosyalist gerçekçilik, diyalektiği ile tespit eder.

Çocuk edebiyatı alanına ilgi duydunuz mu? Çocuklar için yaptığınız çalışmalar var mı?

Hayır! Çocukken yalnız çok çok kitap okudum. Çocuk kitabı da okudum. Fakat çocuklara yazmanın kendi kendini aldatmak olduğu hissi vardır. Çocuklara yazmaya kalkışmam. Çünkü bir iki defa çocuklar beni böyle çok rahat bozmuşlardır. Yani çocuğa iiii..sen şunu yapıyorsun falan dersin, ne demek istiyorsun yani der, çocuk. Seni müthiş bozabilir, çocuk. Çocukları biz zannederiz, onlar başka bir şeydirler.

Cumhuriyetin ilk yıllarında MEB’in yayıncılık anlayışı, cumhuriyet düşüncesinin yerleşmesinde önemli rol oynamıştır. Doğu-batı klâsiklerinin çevrilip yayınlanması, en ücra köşelere ulaştırılması vb. Bakanlığın önemli etkinliklerinden biri olmuştur. Günümüzde MEB’in yayın anlayışı size göre nasıl olmalıdır? Bu konuda neler tavsiye edersiniz?

Şimdi Cumhuriyetin ilk yıllarındaki yayın faaliyeti zayıf, çok değil fakat düzgün. Sonra İsmet Paşa ile beraber kültür kayıyor. Batı ile anlaşıyoruz. Yunan- Latin esası geliyor. Önce Yunan klâsikleri başlıyor. Biz lisede onları okuduk. Ankara’da Latince lise vardı. Latince okunuyordu. Şimdi bu, Müslüman mahallesinde salyangoz satmak. Bununla Köy Enstitüleri ve Halk evleri dejenere edildi. Gazi, halk evlerini ve köy enstitülerini cumhuriyet düşüncesini ve millî kültürü yaymak için düşünmüştü. Halbuki oraya biz Yunan-Latin kültürünü götürdük. Çocuklara Mozart çaldırdık, bilmem ne yaptık köylü çocuklarına. Onları da yabancılaştırdık. Şimdi bakın enstitülerden yetişmiş yazarlarımızdan birisi bile Türkiye’de değildir, hepsi yurt dışında yaşıyorlar. Bırak köylerinde yaşamayı, ki amaç oydu, köylerini bıraktılar, Ankara’yı bıraktılar, İstanbul’u bıraktılar, Türkiye’yi bıraktılar. O kadar yanlış bir yere soktular ki meseleyi sonunda köylülerimiz bile yabancılaştı. Böyle bir yere getirdiler. Millî Eğitim Bakanlığının şimdi bir yayın programı yapmasına gerek yok. Türkiye’de yeteri kadar yayın evi, yayın var ve hatta bana sorarsanız fazlası bile var. Bunlar içerisinde bir kısmına sizin kitaplarınızı alacağız dese, bu onların doğru yola gelmelerine yeter. Hangi kitaplarını aldığını gördü mü bakanlığın, hemen o istikamete kayacaktır, onlar da iyi kitaplar olacaktır. Sen, Türk tarihi ile ilgili alacağım de, bak ne çok Türk tarihi ile ilgili kitap çıkacaktır. Bu, bu kadar basit. Bunu akıl edemiyorlar.

Teşekkürler…