… İster misiniz, Gâzi ‘nin ‘bir çıkmaza saplamışızdır’ dediği Türkçe ‘yi, tabii yapısına ve haysiyetine kavuşturmak için, nelerin yaşandığını, sürecin başından itibâren içinde olan, bir kalemin tesbitlerinden izleyelim:
Üç devir, üç ilke…
(Tesbit/1. ”…üç devir geçirdik; ‘Dergi’, ‘Kılavuz’ ve ‘Güneş/Dil’. ‘Dergi, eski yeni, bütün lehçe ve metinlerdeki, Türk kelimelerini toplamıştır. Tasfiyeciler (‘özleştirmeciler’ anlayınız) bu kelimelerin bütün ihtiyaçlarımıza kâfi geleceği fikrinde idiler. Atatürk bu tecrübeyi, bizzat, teşvik ve tâkip etti. Büyük inkılâpçının fikir işlerinde metodu, hiçbir zaman emretmek ve cebretmek değil, inandırmak ve kandırmak olmuştur. Hepimiz, yalnız ‘Dergi’deki kelimeleri kullanarak, birçok tecrübe/yazıları neşrettik.
Dergi ‘tasfiyeciliği’ uzun sürmemiştir”.)
(Tesbit/2. ”… Genişleme ihtiyâcı umûmileştiği zaman, büyük şef, ‘Kılavuz Komisyonu’nu teşkil etti. ‘Kılavuz’, Arap ve Fars kelimelerinden birçoğuna, karşılık buldu; mütehassıslar tarafından, Türkçe köklerden geldiği tesbit olunan birçoklarını da, tekrar lûgata aldı. Fakat bu da kâfi değildi. Atatürk diyordu ki: ‘…gâyemiz Türkçe’yi, bugünkü ve yarınki kültür ihtiyaçlarını tamamiyle kavrayabilecek, şiveli ve âhenkli, bir ifâde vasıtası hâline getirebilmektir’. Gene kendisi demiştir ki: ”..Türk diline değeri olan genişliği verebilmek için, candan çalışılmakta olduğunu söyleyebilirim…”)
(Tesbit/3. ”… Atatürk, kendine has sebâtı ve tavrı ile, bu tecrübeyi tâkip etti; hepimize şevk vermek için, ona bizzat iştirâk de etti. Nihayet ‘Güneş/Dil Teorisi’, bize, ihtiyâcımız olan -hatta olmayan-, birçok kelimeyi yeniden kazandırmıştır: ‘reis’ Türkçedir, ‘kâtip’ Türkçedir, ‘müsteşar’ Türkçedir, ilâh…”)
(Tesbit/4. ”…Gâzi’nin ‘Dil Devrimi’ şu üç nokta üzerinde toplanmıştır:
1/ Konuşma dilinde geçen kelimeler Türkçedir. Lûgat kelimelerinde, bugünkü lehçe ve şivemiz esastır. 2/ Gramerde Osmanlıca ölmüştür. Artık Türk Gramerini vücûda getirmek sırası gelmiştir. Bu gramer sadece Türk kâidelerini alacaktır. Eğer vaktiyle ‘Arabî’ kaidelere göre yapılmış olup konuşma diline yerleşen tâbirler varsa, onları klişeler olarak kabul edeceğiz ve gramerimizde ‘müstesnâlar’ olarak zikredeceğiz. 3/ Istılahlarımızı (terimlerimizi) yaparken, medrese kültürü değil, üniversite kültürü kaynaklarını esas tutacağız…”) (bkz. Fâlih Rıfkı Atay)
Gâzi vefat ettiği zaman…
Açıkça görülen ne? Mustafa Kemal, ümmet dilinden millet dilini damıtmak gerektiğini görüyor; en ‘aşırı’ hal şekliyle işe başlayıp, kademe kademe, ‘hadd-i makûl’ a geliyor. Tasfiyecilik (Özleştirmecilik) Türk Dil Cemiyeti ‘nin ‘Dergi’ aşamasıdır. Atatürk ‘bizzat’ yaşamıştır bu deneyi, yaşadığı içindir ki, önce ‘kılavuz’ aşamasıyla bir adım geri atmış; sonra, ‘Güneş/Dil Teorisi ‘yle dildeki uluslaşma sürecini, akla yakın bir mecrâya oturtmuştur. Bunu söylevlerinde izlemek mümkün; Fâlih Rıfkı Bey (Atay) inceleyip araştırarak, nasıl uygulandığını da araştırmış!
(Tesbit/4. ”…Atatürk’ün 934, 935, 936, 937, 938 nutukları, şimdi önümdedir. Büyük inkılâpçıyı dahi, bu eserler üzerinde yürür görüyoruz. Atatürk bu nutuklarda yerleşen, tutan birçok kelimeyi kullanmakta devam etmiştir. Fakat meselâ ‘millet’ yerine ‘ulus’u, 934’te kullanmış; 935, 936, 937 senelerinde ‘millet’ kelimesini tercih etmiştir. Nutuklarında ‘ulusal’ bir sene daha yaşamıştır. Fakat 36, 37’de, onun yerinde ‘millî’yi buluyoruz. Keza ‘tinel’i, ‘manevi’ ile, ‘oy’u ‘rey’ ile, ‘önerge’yi ‘teklif’ ile, ‘taptamak’ı ‘tatbik etmek’ ile, ‘kural’ı ‘kaide’ ile, ‘arsıulusal’ı, ‘beynelmilel’ ve ‘enternasyonal’ ile, ‘kınav’ı ‘faaliyet’ ile değiştirmiştir…”
Gâzi vefat ettiği zaman, ‘Dil Devrimi’ işte burada idi. Fâlih Rıfkı Bey, ki hem Türkçü, hem Türkçecidir, onun vefâtından bir yıl sonra, (1939 yılbaşında) niye ‘Dilde istikrar istiyoruz’ diye bağırmaya başlar, hiç düşündünüz mü? Ufak ufak, ‘İnönü Cumhuriyeti’ başlamıştır da ondan. (buraya dikkat!) ‘Halkevleri’, Köy Enstitüleri, Konservatuvar, Opera, Dil ve Tarih Kurumları; temelleri kuşkusuz Atatürk döneminde atılan kurumlardır; yanılmıyorsam, asıl amaçları, ümmet’ten millet’e geçerken, gereken ‘ulusal bilinç’in yaratılmasında, halka yardımcı olmaktı; oysa, 1940’tan başlayarak, handiyse, ‘ırkçı’ denebilecek faşizan bir ‘topyekûnculuğa’ yönelmişlerdir. 1940 ilginç tarih! Avrupa ‘da, Naziliğin ve Faşistliğin o yıllarda cirit attığını, unutmuş olamazsınız elbet!…”. (bkz. ‘Ulusal Kültür Savaşı, s. 277/278)
Bunları ben, yirmi yıl önce yazmışım. (1982), Paris serencamında, El Barudî ile İran ‘lı arkadaşının; daha sonra tanıştığımız Türkolog’un, içime kıvırdığı istifhamlara çoktan cevap bulmuş, rahatlamıştım; o gün bugündür, şiirlerimde olsun, yazılarımda olsun, Türkçe yi, ‘kuş dili’ gibi değil; bildiğimiz Türkçe gibi kullanırım: öyle olması zarûridir, aksi halde, gelecek nesillerimiz, ne tarihini bilebilecek, ne de kültürünü!
Bunu, kimlerin istediği, çoktan belli oldu.
Cumhuriyet, 09.05.2005