Haluk Şahin
Dün kaybettiğimiz Attilâ İlhan çok yönlü ve çok boyutlu bir insandı. Şair, romancı senaryo yazarı, düşünür, gazete yazarı, polemikçi… Türkiye’nin kaybı da çok yönlü ve çok boyutludur.
Bence kayıpların en büyüğü şair olarak Attilâ İlhan’dır. Bu elbette insan olarak Attilâ İlhan’dan ayrılamaz. Attilâ İlhan, şiirlerine ters düşmeyen özgün bir insan olarak yaşadı. Şair gibi yaşamış, şiirine yakışmış şairimiz o kadar azdır ki…
Büyük şairler aslında bir kurumdurlar: Yaşadıkları dönemin gençlerinin duygusal eğitiminde çok önemli bir rol oynarlar. Kim kimi nasıl sevecek, nasıl terk edecek, nasıl efkârlanacak, nasıl başkaldıracak, nasıl yollara düşecek? En önemli şeyleri onlardan öğreniriz.
Bizim kuşağımız hayata ve sevdaya dair pek çok şeyi onun şiirlerinden öğrendi. ‘Ben sana mecburum’, ‘pia’, ’emperyal oteli’, ‘yağmur kaçağı’… Neonların yanıp söndüğü karanlık sokakların o ıslak, ‘arabesk’ (Ece Ayhan) romantizmi çoğumuzun ruhuna işledi.
Birazcık eşeleyecek olursanız, hâlâ oradadır.
Bakıyorum, gençler de onun için benzer şeyler söylüyorlar. Demek ki, en azından yarım asır… Edebiyatımızda eğitici etkisi bu kadar uzun sürmüş bir başka şairimiz var mıdır, bilmiyorum.
Şiiri yaşayacak, etkisi sürecektir.
Düşünsel planda önemi, Doğu-Batı gerilimini görüşlerinin merkezine yerleştirmesi ve özgün sentez ihtiyacını vurgulamasındadır. Bu sorunsal elbette tüm önemli düşünürlerimizin ana gündem maddesidir. Ancak, Attilâ İlhan’ın bu sorunsala yaklaşımı farklı ve şaşırtıcıydı: Aslında çok ‘Batılı’ yerlerden gelerek (pozitivizm, Marksizm) tercihini Doğu’dan yana kullanıyor, verdiği yanıtlardan çok, sorduğu sorularla dikkat çekiyordu.
‘Hangi Batı?’ sorusu sorulmaya devam edecektir.
Kaybın kişisel yanı da var: Türkiye’nin fikir ve edebiyat dünyasına bulaşanların Attilâ İlhan gibi büyük bir isimden paylarına bir şey düşmemesi imkânsızdır…
Onu ilk kez 1956 yılında Bursa Kız Enstitüsü’ndeki şiir matinesinde izleyicileri büyüleyen sarı fularlı genç şair olarak hatırlıyorum. Bence onun gibi şiir okuyan gelmedi. Yıllar sonra ‘Attilâ Abi’miz oldu. 1975-76’da Ankara’da TRT’deyken sevgili Tarcan’la (Günenç) birlikte Tunalı Hilmi’ye kaçıp dergâhında geçirdiğimiz doyum olmaz saatler… Ufku genişti: McLuhan’dan ve Ivan Illich’ten konuştuğumuzu hatırlıyorum. Ve 1980 ve 90’lardaki İstanbul buluşmaları… TV’8 için seçim gezileri, televizyon programları…
Ayrı mekânlar ve zamanlara rağmen hep aynı adamdı: Farklı olmaya önem veren, beliğ, kendine güvenli.
Geriye anılar ve şiirler kaldı. Ve tabii, ‘Elde var hüzün.’