Attilâ İlhan - Bilim Sanat Kültür Vakfı

Tanıdığım Yüzler (1) Attila İlhan

Ahmet Mümtaz İdil

Yıl 1976… Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Rus Dili ve Edebiyatı bölümünü bitireli bir yıl olmuş…

Üniversite Puanım yeterli olmadığı için, sırf askerliğimi yedek subay olarak yapmak pahasına Rus Dili bölümüne girmiştim. Ne Rus kültürü beni ilgilendiriyordu, ne Rus edebiyatı ne de Rus dili… Kötü ve başarısız bir öğrenciydim. 25 yaşına gelmiştim artık. Edebiyatla hiçbir ilgim yoktu. Tek sorunum, babamın isteği olan “bir fakülte bitir de, hangisini bitirirsen bitir,” sıkıntısını aşmaktı.

Bir dersimizde, hocalarımızdan Leman Bahçeci (şimdi evlendi, soyadı da değişti doğal olarak), Stefan Zweig’ın bir öyküsünü hem Rusça okumuş hem de Türkçe anlatmıştı bize. Öykü, ünlü bir roman yazarına, hiç tanımadığı, anımsamadığı bir kadından gelen mektupla başlıyordu. Kadın mektubuna, “Dün çocuğum öldü…”diye başlıyordu ve yazar ile olan ilişkisini uzun bir mektupla anlatıyordu. Öykü çok duygusaldı. Çok etkilenmiştim. Rusça’sını edindim ve sözlükleri parçalaya parçalaya, iki gözüm iki çeşme öyküyü çevirmeye çalıştım.

Bu yaptığım ilk çeviriydi. Çevirmenliğin ne zor bir iş olduğunu, başına gelenler bilir. Bir kez yazarı sevmeniz gerek. İkincisi çevirdiğiniz metni sevmeniz gerek. Eh, ondan sonra da önce kullandığınız dili, yani kendi dilinizi, ardından da son olarak çeviri yaptığınız dili iyi bilmeniz gerek. Yoksa işin içinden çıkmak mümkün değildir. Olur, çevrilir tabii ki, ama ne çevirene, ne de okuyana zevk vermez.

Gençlik işte… Ailem Zonguldak’ta olduğundan, para kısıtlı geliyor. Harcamalar da fazla, belki çevirdiğim öyküden üç beş kuruş para kazanırım diye kalktım Bilgi Yayınevi’nin o sıralarda Tunalı Hilmi caddesinde bir bodrum katında bulunan yönetim yerine gittim.

Kapıyı kapıcı kılıklı biri açtı. Elimde dosyam, yetkili biriyle görüşmek istediğimi söyledim. Beni bir odaya götürdü. Masanın başında gözlüklü, kafasında yazlık beyaz bir şapka, kır saçları kenarlardan sarkan biri oturuyordu. Ne istediğimi sordu, anlattım. Çeviriyi aldı, şöyle bir göz gezdirdikten sonra, birkaç gün sonra uğramamı istedi.

Birkaç gün sonra uğradım tabii… Yine kapıyı çaldım, yine kapıcı kılıklı bir adam açtı ve yine ne istediğimi sordu. Kendimi hatırlattım ve bir önceki gelişimde görüştüğüm beyefendinin beni çağırdığını, onu görmeye geldiğimi söyledim.

Attila ağabey mi?” diye sordu.

Adını bilmiyorum, beyaz saçlı, şapkalı bir adamdı,” dedim. “Köşedeki odada oturuyordu.

Attila İlhan’ı tanımıyor musun?” diye sordu.

Hayır,” dedim.

Biraz kızgınca, önüm sıra yürüdü, aynı odanın önüne getirip bıraktı. Beyaz saçlı adam, yine şapkasıyla orada oturuyordu. Beni görünce, “Gel bakalım delikanlı,”dedi yumuşakça. “Evet, bu çeviri çok iyi bir çeviri olmuş, ama sanırım sen bunu Almanca aslından çevirmedin?

Hayır, Rusça’dan çevirdim.

Neden Almanca değil?

Çünkü Almanca değil Rusça biliyorum.

Ama Zweig bütün eserlerini Almanca yazmıştır, Rusça değil…

Ben, ben… Bunu bilmiyordum.

Çeviri güzel de olsa, biz Bilgi Yayınevi olarak ancak orijinal dilinden çevrilen eserleri basabiliyoruz, bu nedenle çevirini sana iade etmek zorundayım.

Söyleyecek fazla bir şey yoktu. Başımı önüme eğip, sıkıntılı sıkıntılı kıvrandım. Halime acımış olmalı ki, “Başka çalışmaların var mı?” diye sordu. “Şiir, deneme, makale gibi?..

Başımı sallayarak cevap verdim.

İyi, o zaman bir dahaki sefere onları getir gelirken.

Tekrar gelebilir miyim?

Tabii, ne zaman istersen..

Attila İlhan ile ilk karşılaşmalarım böyle oldu. İkinci görüşüme kadar kim olduğunu, ne iş yaptığını inanın bilmiyordum. Bir edebiyat dalında okuyan öğrenci olarak, Attila İlhan adını hiç duymamış olmamı edebiyatla ne kadar ilgili olduğum konusunda bir fikir versin diye yazıyorum.

Bir sonraki gidişimde odası kalabalıktı Attila İlhan’ın. Daha sonra odadakilerin kimler olduğunu öğrenecektim, ama o sırada bilmiyordum. Nazlı Eray, Mehmet Eroğlu ve Hasan Bülent Kahraman’mış odadaki diğer konuklar.

Ben yine sığıntı gibi bir kenara oturup, konuşmalarını dinledim. Müthiş bir edebiyat tartışması vardı. Attila ağabey (o andan sonra hep Attila ağabey dedim ona), Andre Malraux’nun yaşamından bir kesit anlatıyordu: “Malraux çok serüvenci bir yazardı. Josef Conrad gibi… Bütün dünyayı gezdiği biliniyor. Ama Türkiye’ye geldiğine ilişkin bir not bulamamıştım. Arıyorum, araştırıyorum, ama bir türlü Türkiye’yi ziyaretiyle ilgili notlarına rastlayamıyorum. Bir gün bir öyküsünü, ya da denemesini okurken şaşkınlıktan küçük dilimi yutacaktım neredeyse. Kahramanını anlatırken şöyle diyordu: ‘Gözleri öylesine dehşetle bakıyordu ki, tıpkı İstanbul’da Galata köprüsünün altında balık artıkları bekleyen kediler gibi…’ Düşünebiliyor musunuz, adam İstanbul’a gelmekle kalmamış, bir de Galata köprüsünün altındaki kedilerin gözlerini bile görmüş…

Malraux’nun “Umut” adlı romanını Türkçe’ye kazandıran da o olduğundan, özel bir ilgisi vardı Malraux’a karşı.

Bilgi Yayınevi’ne gidip geliyor, sohbetlere mümkün olduğunca katılıyordum, ama hala edebiyatla ilgili bilgilerim sınırlıydı. Çocukluğumda okuduğum ve kafama çok iyi kazınmış romanlarla durumu idare ediyordum, ama özellikle Türk edebiyatı konusunda bilgim çok sınırlıydı. Örnek mi? Bir gün Attila İlhan’a, “Abi, senin hiç düzyazı eserin var mı?” diye sormak gafletinde bulundum. Bana çok kızdı. O kadar kızdı ki, bir ara beni dövecek sandım. Sonra sakinleşti, duvardaki kitaplıkta sıra sıra duran romanlarını ve deneme kitaplarını gösterdi. Sonra ağır ağır kalktı, bir kitap seçti ve imzalayıp bana uzattı: “Hangi Sol.

Çok utandım. O da utandığımı anladı, ama üzerime fazla gelmedi.

Daha sonra dostluğumuz ilerledi. Artık haftada bir iki kez yanına uğruyor, o muhteşem edebiyat sohbetlerine katılıyordum. Bazen yalnız bana anlatıyor, bazen kalabalık bir grupla oturuyorduk. Müthiş bir anlatım gücü vardı Attila ağabeyin ve susmasın diye ağzının içine bakardık. Öyle günler oluyordu ki, yanında kaldığım süreyi unutuyordum. Sonunda beraber çıkıyorduk yayınevinden.

Bir gün, “Senden şair olmaz evlat,” diye söze girdi. “Senden öykü, roman yazarı da olmaz...”

Benden ne olur Attila ağabey?

En iyisi sen deneme ve eleştiri türü yaz.

Dediğini yaptım. İlk yazımı da yazıp koşa koşa götürdüm. Çabucak okuduktan sonra, “Bunu İzmir’de yayımlanan Dönemeç dergisine gönder. Benim de okuduğumu söyle. Hüseyin Yurttaş diye bir genç çıkartıyor dergiyi.

Dediğini yaptım. İlk yazım 1977 yılının yaz aylarında Dönemeç dergisinde yayımlandı. Ne yazının başlığını anımsıyorum şu anda ne de hangi ayda yayımlandığını. Ama yaz aylarından biri olmalı, çünkü Atatürk bulvarından aşağı salına salına yürüdüğümü, koltuğumun altına sıkıştırdığım dergiyle herkese “artık ben bir yazarım” havasıyla baktığımı, yanımdan her geçenin, “şu geçen A.Mümtaz İdil değil mi, hani şu Dönemeç’te yazısı çıkan,” diye fısıldaştığını hayal ettiğimi çok iyi anımsıyorum.

Bu Ahmet Mümtaz İdil de bir özentiydi zaten. Cumhuriyet’in ilk dönem yazarları, daha önceki yazarlar hep üç isim kullanmışlardı, onlara özenmiştim. Attila ağabey de hafif yollu gırgır geçmişti benimle, “Böyle yazınca kendini yazar mı hissediyorsun?” diye.

Bütün dostluklarımı başarıyla bozduğum gibi, Attila ağabey ile dostluğumu da kendi ellerimle bozdum.

Ben “Bilim ve Sanat” dergisinde yazmaya başladım. Hatta daha da ileri gidip, yazı kurulu üyesi oldum, daha sonra da derginin sanat departmanının sorumluluğunu yürüttüm. Bundan asla pişman değilim, çok da yararlı işler yaptık o sıralar. Ama Attila ağabey bana kızdı, hatta küstü.

Ben Bilim ve Sanat dergisinde yazdığım sıralarda o da İstanbul’a yerleşmişti. Bir ara Ankara’da, Bilgi Yayınevi’nin Sakarya’daki kitap satış mağazasında kitaplarını imzalıyordu. Bir kitabını alıp gittim. Amacım konuşmaktı. O sıralar Attila ağabey deSanat Olayı dergisinin genel yönetmenliğini yürütüyordu. Hasan Bülent Kahraman da “Dergicibaşı” adıyla yazılar yazıyor, Buket Uzuner de öyküleriyle arada bir görünüyordu.

Attila ağabeyin yanına gittiğimde, önümdeki birkaç kişinin kitabını imzalıyor, sorularını yanıtlıyordu. Beni gördü, ama hiç oralı olmadı. Sonra sıra bana gelince, kafasını hiç kaldırmadan kitabı aldı, imzaladı. Soğuk bir imza.

Bana neden kırgınsın Attila ağabey?” diye sordum.

Sen angaje oldun,” dedi bana, başka da bir şey söylemedi.

Ben de başka bir şey sormadım. Yanından ayrıldım. Bu onu yüz yüze son görüşüm oldu.

Yıllar sonra kalp krizi geçirdiğinde, Buket Uzuner yanındaymış ve kendine geldiğinde beni de sormuş. Buket anlatmıştı, onun yalancısıyım.

Onu hala çok özlüyorum, sohbetlerini, akıl hocalığını, beynini ve ağzını hafif çarpıtarak “ne yaptığını gördüm, kim olduğunu biliyorum,” bakışını… Gerçekten özledim. Görme olanağım olduğu zamanlarda özlüyordum, artık görme olanağım olmadığından daha da çok özlüyorum.