…Camların ardındaki mayıs aydınlığı, hızla eriyor; salonda -Tunalıhilmi, Buğday Sokağı ‘ndaki evin salonu- toz halinde dağılan, bir alacakaranlık!… Abajurun düğmesine bastım, bir anda, Uğur ‘un (Mumcu) güleç mavi gözlerinde, onun muzip aydınlığı! ‘Komprador aydın’ sorusunun cevabını, çok önceden kestirdiği, sezilebiliyor; sizin için, bu işin ilginç yanı, bugün savunduğumun ipuçlarını, yirmi küsur yıl önce Uğur ‘a (Mumcu) söylediklerimde keşfetmek olacak:
”…komprador aydın, ülkesinin ulusal kültür bileşimini yapamamış; yabancı bir kültür bileşimini onun yerine ‘ikame etmiş’ kişidir. İnönü Diktası döneminde ‘Çağdaşlaşmak’, ‘Batılılaşmak’ diye alınınca, bu yapılmıştı. Batılı klâsikler çevrilir, Yunanca/Latince ‘mecburi ders’ olarak okutulursa, kalkınırız sanılıyordu. Bu ‘kafa’nın, ‘ulusal bileşimci’ Müdafaa-i Hukuk öğretisiyle uzaktan yakından ilişkisi yoktur. Nasıl olsun ki, Müdafaa-i Hukuk (Hakların Savunulması), ilkin -yani öncelikle- ulusal kültür haklarımızın savunulmasını gerektiriyordu. Mustafa Kemal, kitaplarıma aldığım pek çok sözünde, bunu açıkça belirtmiş, aydınları bu işle görevlendirmiştir…”
Fakat asıl önemlisi Uğur ‘un (Mumcu) kelimesi kelimesine yayımladığı; o dönem ‘seçkinci/ alafranga’ aydınlarının, ayağına fena halde basan, şu paragraf:
”…’kültür yoluyla kalkınma’ Kültür Emperyalizmi’nin -çöreklenebilmek amacıyla- azgelişmiş ülkelere benimsetmeye çalıştığı, yaldızlı fakat zehirli bir reçete. Bakın dünya ülkelerine! Ağır sanayii gerçekleştirmeden, elektrik, elektronik, kimya ve benzeri sanayi dallarını kurmadan; şu veya bu kültürü benimsemek için, okul açarak kalkınabilmiş tek ülke var mı? Tam tersine, kültür aktarması, ‘komprador aydın’ tipini oluşturur; bu aydının ilk davranışı da, halkını küçümsemek olur; zira artık onun (halkının) kültür çevresinden çıkmıştı; halkı da, ona ‘yabancılaşan’ aydını reddeder. Bundan birinci derecede yararlanan kimdir sanırsınız? Elbette, Emperyalizm! Halkını uyarmayan, önünde bayraklaşmayan aydının bulunduğu ülkeyi çökertmek çok daha kolaydır. Osmanlı’nın bu yoldan çöktüğünü, hiç unutmayalım!…” (a.g.e.s 239)
Uğur Mumcu, yazılarıyla -bu ya da buna benzer röportajlarıyla- halkını devamlı uyarıyordu; öldürüldüğü an ise, birdenbire ‘bayraklaştı!…’
Bireysel bunalım kâtipliği’…
(Kendi kendime sorup duruyorum: Yoksa, ‘Cumhuriyet kuşağı’ toplumcu sanatçılarının ‘başat’ karakteri bu mudur? Çevrelerinde neden sanatçılar kadar; -belki de daha çok- fikir adamları bulunur?
Ankara ‘daki yayıncılık macerasında; nice şair ve yazar tanıdım; gençlerden birçoğuna, kılavuzluk edip, yol açmaya çabaladım; şu var ki, geriye dönüp de baktığımda, Ankara yıllarından beliren simaların büyük çoğunluğu akademisyenler, düşünce adamları, araştırmacılar filan! Sözün gelişi Niyazi Berkes, Sabahattin Selek, ya da Mümtaz Soysal! dahası Ahmet Taner Kışlalı, Emre Kongar, Mete Tunçay, Sina Akşin, Alpaslan Işıklı; 12 Mart ertesinin dağdağalı ortamında, hem çeşitli metod sorunlarını, hem de uygulama imkân ve biçimlerini konuştuğumuz kişiler. İlhami Soysal, Çetin Altan, Uğur Mumcu, dostlarım arasına, orada girmedi mi? Yıldırım Koç ‘la, Kadir Cangızbay ‘la basbayağı çalıştık; Oktay Sinanoğlu ‘nun, Yalçın Küçük ‘ün elini, ilk defa orada sıktım; adları şu anda aklıma gelmeyen, kim bilir daha kaç dostumun?…
Kitabın (‘Açtırma Kutuyu!..’.) sayfalarını çevirirken, yıllar boyu birbiri ardınca gelen mülâkatlardaki muhteva zenginliğinin, tutarlılığın ve bilimsel önceliğin, bu sayede oluştuğunu düşünüyorum; eğer epeyce bir zamandır, genç şairlerimiz ‘lâf ebeliğinden’ ; genç romancı ve hikâyecilerimiz, ‘bireysel bunalım kâtipliğinden’ kendilerini kurtaramıyorlarsa, besbelli bunda Aydınlanma Çağı ‘ndan bu yana geçerli olan önemli bir gerçeği -estetik yaratıcılığın ancak bilimsel bir kaide üzerinde yükselebileceği gerçeğini- öğrenememiş, ya da uygulayamamış olmalarının, fena halde etkisi vardır…)
Hâlâ devam etmiyor mu?
İşte tam da burada, Şükran ‘la (Kurdakul) yaptığımız o mülâkatın önemi, kendini gösteriyor. Daha söze başlarken, gazeteci rolündeki şair dostum, ‘meseleyi’ öyle bir açıdan, öyle bir ferâset ve suhuletle va’z ediyor ki, eğer muhâtabı aynı zemin üzerinde, aynı uygulamanın ardında değilse, zaten onu anlayamaz, bu yüzden de doğru dürüst cevap veremezdi.
…”öyle sanıyorum ki, eski şiirin karşısına çıkarak, haraket noktalarını ‘yadsımak’ sözcüğüne bağlayan 1940 şiirinin öncülerinin, şiirin iç yapısı sorunlarını konuştukları zaman, şiirlerinde kaçamadıkları bir öykünmeyi unutup, şiirin ilkelerini kendilerine bağlamaları, bir yandan; bir yandan da, toplumcuların yeni bir estetik sorununu ele almalarının sonuçları, şiirimizde üç beş yıllık aralarla, geride kalan kuşakları yadsıma geleneğinin kapısını açtı. Giderek Yahya Kemal’in, Haşim’in yüzyılın başındaki kavgalarını, günümüzün kelimeleriyle yazanlarla, Batılı şairleri adeta çevirip altına imzalarını atan şairlerin ‘yenici’ olarak tanımlanmasına kadar vardı. Sence bu oturmamışlığın nedeni nedir?…”
Ne müthiş şeyler söylediğinin farkında mısınız? Hem sizce bu ‘oturamamışlık’ hâlâ -hem de bütün şiddetiyle- devam etmiyor mu?
Cumhuriyet, 14.06.2004