O yıl, Cumhuriyet ‘in 10. yılı, ünlü marş bestelenmiş; biz, yâni Karşıyaka Cumhuriyet İlkmektebi ‘nin 3. sınıfı, dersi mersi bıraktık, Fatma Hocâ’nım ‘ın yönetiminde, onu ezberlemeye çalışıyoruz, çünkü 29 Teşrinievvel 1933 günü, İzmir Atatürk Anıtı önünde, bir ağızdan söyleyeceğiz.
Biz dediğim kimdi, son İzmir yolculuğumda onu düşündüm: Cumhuriyet ‘in ilk nesli, evet ama; o marşı, yürekten söylemeye çabalayan çocuklar arasında, kimler vardı? ‘Gâvur’ İzmir’in eski halkından, Levanten, Mûsevi; ya da Alevi, Çerkez, Boşnak, bir sürü çocuk; ya da ‘Mübâdiller’den, Giritli, Arnavut, Makedon, ‘Dönme’ (Sabetayist), ya da Rodoslu ailelerin, çocukları; bu farklılık, aramızda asla konuşulmazdı; ‘ hepimiz birimiz, birimiz hepimiz için’ dik; onları hâlâ, teker teker, aynı sıcak sevgi ve samimiyetle hatırlıyorum.
Hepimiz, aynı heyecan ve iftiharla, ”… çıktık açık alınla, on yılda her savaştan’ diye başlayıp, hâlâ çoğumuzu heyecana boğan, o marşı söylüyorduk. Onların din, mezhep, dil konusundaki nitelikleri, bir gün bile aramızda sorun olmamış; dahası, aklımıza bile gelmemiştir: biz hepimiz, bu yurdun çocuklarıydık, onu düşmanlardan kurtarmış; ve Gâzi tarafından, parlak bir geleceğe ‘taşımakla’ görevlendirilmiştik!.
Sonradan öğrenecektim ki, ‘Ulusal Demokratik Devrim’ bu demekti, bunu gerektiriyordu, ‘Üniter Devlet’ te ‘milliyetçilik’, asla bir ‘ırk milliyetçiliği’ olamazdı; mutlaka bir ‘yurt milliyetçiliği’ olurdu. Esasen ‘Gâzi Paşa’ da, onuncu yıl söylevini bitirirken, bu düşüncenin ifadesi olarak, ‘Ne mutlu Türküm diyene!’ dememiş miydi?
Dikkat isterim, ‘Ne mutlu Türk doğana!’ dememiş!
‘… Menfaatlarımız ortaktır…’
(‘Tarihten Bir Yaprak/1. ”… 1 Mayıs 1336 (1920) TBMM, öğleden sonra, riyâsetini Reis-i Sâni Celaleddin Arif Beyefendi ‘nin yaptığı celsesinde, (8. toplantı, 2. celse) Kastamonu Meb’usu Yusuf Kemal Bey, Sıhhiye Nezâreti üzerine konuşurken, ‘Türklük, Türk, Türkler’ üzerinde fazlaca durmuş; o kadar ki, Sıvas Meb’usu Emir Paşa, buna itiraz ediyor; mevzubahis olanın ‘bütün İslâm âlemi’ olduğuna işaret ediyor; Mustafa Kemal Paşa, bunun üzerine kürsüye gelerek, geleceğin Türkiye ‘sindeki ‘milliyetçilik anlayışını’ belirtiyor.
”… efendiler, meselenin bir daha tekerrür etmemesi ricasıyla, bir iki nokta arz etmek isterim. Burada kast olunan ve yüce meclisimizi teşkil eden zevat, yalnız Türk değildir, yalnız Çerkes değildir, yalnız Kürd değildir, yalnız Lâz değildir; fakat hepsinden meydana gelen İslâmi unsurlardır, samimi bir topluluktur. Dolayısıyla bu yüksek hey’etin temsil ettiği; hukukunu, hayatını, şeref ve şanını kurtarmak için azmettiğimiz emeller, yalnız bir İslâm unsuruna ait değildir; İslâmi unsurlardan meydana gelen bir kitleye aittir. Bunun böyle olduğunu hepimiz biliriz. (…) Dolayısıyla menfaatlarımız ortaktır, kurtarılmasını azmettiğimiz birlik, yalnız Türk, yalnız Çerkes değil, hepsinin kaynaştığı bir İslâm unsurudur; bunun böyle kabul edilmesini ve yanlış anlamaya meydan verilmemesini rica ediyorum…” (Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt, 8. sf: 157. Kaynak Yayınları, Mayıs 2002).
Yâni, bu işin evveliyâtı vardı ve eskiydi: Gâzi, o imparatorluktan -Hıristiyanların da dahil olduğu- karmaşık bir ‘toplum’ un -o ‘memzuç’ diyor, karışık diye de çevrilebilir, ama bence, karmaşık hatta kaynaşmış demek daha doğrusu- elde kalacağını; böyle bir devletteyse ‘ırkçı milliyetçiliğin’ değil, ancak ‘üniter’ bir ‘yurt milliyetçiliğinin’ geçerli olacağına inanıyordu..”)
‘… ‘bölücülük’ aşılayan kimler?..’
(Tarihten Bir Yaprak/2. … nitekim, ABD ‘nin o tarihte önerdiği şehit öksüzleri için Anadolu ‘da çiftlikler ve okullar inşa etmek teklifini, ‘ecnebi’nin çeşitli toplulukları birbiri aleyhine kışkırtmak amacıyla kullanabileceğini’ belirterek, reddetmişti:
”… sırf ilmi ve insani gayelerle memleketimizde çalışmakla beraber; ruhlarında yerleşmiş bulunan Hıristiyanlık güdüsüyle (hiss-i sâikasıyla), hemen sırf Hıristiyan azınlıklarla meşgul olmak; ve onlara, ister kasıtlı ister kasıtsız, içlerinde azınlıkların da yaşadıkları Müslüman kitlelerinden, ‘ayrılmak arzusunu’ (bölücülük) aşılamak!.. Bu gibilerin gerek Müslümanlara, gerek güyâ iyiliğine çalıştıkları Hıristiyan azınlıklarına (buraya dikkat!) dahilinde yaşadıkları İslam çoğunluklarına, mâkûl olmayan tahakküm arzusunu aşılamakla, ne kadar gayr-ı insâni bir surette hareket etmiş bulundukları; ve bu yüzden husûle gelmiş olan boğazlaşmalardan, mânen mes’ûl bulundukları âşikârdır. (…) Buna müsaade etmek, çocukları yaşayacakları muhite düşman, veya hiç olmazsa yabancı olarak yetiştirmek ve onunla çarpışmaya mahkûm eylemektir. Bu ise gerek o çocukların ve gerekse içinde yaşayacakları halkın felâketini hazırlamaktır. Bunu engellemek ise hükümetin vazifesidir…” (Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt. 10. sh: 243. Kaynak Yayınları, Mart 2003).
Kısacası o, Cumhuriyet ‘milliyetçiliğini’, Anadolu’da yaşayan her türden halkın, -dinine, diline, mezhebine, ırkına vs. bakmaksızın- o toprağı benimsemesine; o ülkenin ‘özgürlüğü’ ve ‘tam bağımsızlığı’ için, gerektiğinde kendini feda edebilmesine bağlı saymaktadır. Milli Mücadele, bu ‘milliyetçilik’ anlayışının, en mükemmel kanıtı değil midir?)
Cumhuriyet, 17.05.2004