Attilâ İlhan - Bilim Sanat Kültür Vakfı

Memleket Toprağı

Memleket Toprağı

Bizim Ege’de, kasaba ve köylerinde ketler ya da keleter derler, sözlükte aradım bulamadım. Bir tür büyük sepet, şimdi değil ama eskiden, bağlara, bahçelere tek nakil aracı beygirler, eşeklerdi, bu kelterleri urganla çevirip önünden ve arkasından eşeğin semerine bağlarlar, içlerini de ne taşıyacaklarsa, un, şeker, sebze, kavun, karpuz v.b onunla doldururlardı. Bazen de bizim gibi küçük çocukları. Ninem rahmetli, şehirden,Karşıyaka’dan gelmiş torunları Attilâ ile Cengiz’i, bu kelterlerden birisine, öbür tarafa da eşyaları kor, kendisi de eşeğe biner, bağa öyle giderdik. Sonra büyüdük, kelterler ayrılmıştı, tek keltere sığmıyorduk. Bu uzun zaman böyle gitti, hep ayni ketlerde, bir başka değişle ayni kefedeydik, sadece sınıf arkadaşı değil, sıra arkadaşıydık, elbiselerimiz bile uzun zaman ayni kaldı. En son, hatırlıyorum, Ninem ile birlikte Menemen’e pazara gitmiş, akşamüzeri bağa dönüyorduk, artık büyümüştüm, bu defa eşeğin arkasında, kıçında oturuyordum. Kelterlerden birisinde Yeni Asır gazetesini gördüm, Ninem önümdeydi, istedim, uzattı, aldım, açtım, manşet halâ aklımda ; “Avrupa’da Savaş Başladı”. 1939 yılının güzel bir Eylül günüydü, Babam, şark hizmetini yapmak üzere, tayin olduğu Van’ın Muradiye ilçesine gitmişti. Biz okul sorunu nedeniyle annemle İzmir’de kalmıştık, Karşıyaka Orta Okuluna gidecektik (o tarihlerde Menemen gibi büyük bir ilçede bile orta okul yoktu) Ağabeyim Balıkesir Lisesinden naklen orta sona, ben ise yeni başlayacaktım. Kulenin önünde, (Ege’de bağ ve bahçe konutlarına o dönemlerde “kule” denirdi ) büyük dut ağacının altında Ağabeyim, bizi, daha doğrusu gazeteyi bekliyordu, koşarak geldi, gurk tavuklar kaçıştılar, Ninemin sevgili köpekleri Murgo ile Karabaş küçük havlamalarla uyarıda bulunuyorlardı.

1946 ‘da savaş bittiği zaman, biz de Liseyi bitirmiştik. Bu dönem, 939 -946 arası, ayni zamanda ülkemiz kültür ve eğitimin alanında, çoğu kez özlem duymakla birlikte hala tartışılmaktan geri kalınmayan, büyük ve ciddi değişimlerin yaşandığı, gerçekten önemli bir dönemdi. Bir taraftan savaş yıllarının yaygın söylemi hümanizm, diğer taraftan Hasan Ali Yücel ile birlikte başlayan, evrensel ilim ve kültür olduğu kadar geçmiş kültür ve edebiyatımızı da temel alan, bunu hümanist açıdan değerlendiren ciddi ve etkileyici bir lise eğitimi ve yaşamı ağabeyim gibi dikkatli öğrencilerin kendilerini yetiştirmeleri için güçlü imkanlar sunuyordu. Attilâ İlhan buna bir örnektir.

* * *

Yaşamımızda bağın önemli bir yeri olmuştur, hemen hemen her yaz gelir uzunca bir süre kalırdık. Bu gün, ne Menemen’de ne de başka yerlerde öyle bağlar, bahçeler bulmak kolay değil. Giriş iki yanı nar, ayva, mürdüm eriği ağaçlarıyla çevrili uzun ince bir araba yolundan başlardı. Kule, büyük dut ağaçlarının arasında iki katlı taştan bir yapı idi, önünden, kuleden çıkışa göre solda, patlıcan bahçesine uzanan su yolu geçerdi, daha solda toprak ekmek fırını, ninemin ünlü köpekleri vardı. Onların biraz önünde ayaklarından bağlanmış, gurk tavuklar ve civcivleri bulunurdu. Sağda ise yine büyük dut ağaçlarının koyu gölgesinde ve yüksekçe bir konumda, birisinin adı Leylâ, diğerini unuttum iki beygirin yorgun ve yavaş adımlarıyla , sabahtan akşama, durmadan dönen dolaplı kuyu, bir saat düzeni içersinde sesi ile çevreye mutluluk yayardı. İncir ağaçları, sergi yeri, su kanalları ile özel bir yaşamdı. Akşam üzerleri buruk (olmuş ve dalından koparak ağacın altına düşmüş kuru incir) toplamağa gidilirdi. Yatmadan önce, gemici feneri ile yatak altlarında kuyruklu (Ege’de halk dilinde akrebin adı kuyrukludur) aramaların heyecanını kim unutabilir. Ekmek yapımı, günbalı kaynatılması, tarhana kırması ve benzeri, ihtiyaçlarını satın almak değil de üretmek üzerine kurulu kır yaşamının bütün zorluklarıyla ve ayni zamanda içtenliği ve inceliği ile mutlu bir yaşamdı. Ağabeyimin şair tabiatının bundan etkilenmemesi düşünülemez. Savaşın ilk yıllarını Karşıyaka’da (1939 -1942 ) geçirmiştik; Almanların Girit, Rodos ve Yunanistan’ı işgal etmesi üzerine, öğretmenleri askere almışlar, okulları da 16.Nisan’da tatil etmişlerdi. Ağabeyim, bilinen olay nedeniyle zaten okula gitmiyordu, uzun, tükenmez ve sıkıntılı bir yaz yaşamış, bir dönem geçirmiştik.

Köy yaşamı yetişme çağımızda önemli bir yer tutar. Önce Ilgın (1936 – 1938), daha öncede yazmıştım; Karşıyaka’nın, o zamanlar daha çok bir İtalyan şehrine yakın ama Anadolu, hatta İstanbul yaşamına katiyen benzemeyen yaşamından, havasından sonra orta Anadolu bozkırıyla yüz yüze gelmenin hoyrat şaşkınlığı unutulur gibi değildi. Saz damlı evler, ayak bileklerine kadar çamur, toprak sokaklar, mandalar, inekler, dışkılarını toplamak için ineklerin arkasından koşan, avuçlarını açan kadınlar. Bir tarafta yüzünüze çarpan acımasız bir fakirlik öbür tarafta derinlerden gelen saygın bir kişilik, ikincisi birincisine her zaman üstün geliyor, kimse, en küçük bir şekilde durumundan şikayet etmiyordu.

Bahçe’de (1942 – 44) evimizin (şimdiki adıyla lojman) hemen arkasında kuru bir dere yatağından sonra bir büyük tepe vardı, sabahları keklik sesi ile uyanıyorduk. Toros Ekspres’nin az ilerimizden geçen rampadaki zorlamalarına karışan kurt ve çakal ulumaları ile ürkütücü de olsa, dikkatinizi ve duygularınızı diri tutan bir yaşamdı. Sonunda biz de bir gün, bu uzak ülkelerin kokusunu getiren trene binecek, 1943 yılının bir Eylül gününde akşamüzeri, lise tahsilimizi tamamlamak üzere İstanbul’a doğru yola çıkacaktık.

İlk gençliğimizin çoğu Balıkesir’de geçti. Balya ‘dan (1938 – 1939) bir süre sonra Sındırgı (1944 – 1948). Artık deneyimliydik, uzun yaz tatillerinde civarda dağ, tepe ve köyler, gezmedik, görmedik yer bırakmıyorduk. Her bakımdan,şehirli olmaktan çok, artık, bir Anadolu çocuğuyduk. Sonra da Burhaniye (1948 – 1950). Rahmetli sevgili bir arkadaşımız ile birlikte şimdiki Ören plajı olan büyük kumlukta bir kamp kurmuş, tatil yapmıştık. Tatil ünlü Paris macerası ile bitti.

* * *

Paris’e neden gittik, savaş sonrasında Avrupa’da, Paris’te yaşam çok güçtü, orada tutunmamıza, tahsilimizi sürdürmemize imkan var mıydı ? Bu konuda etkili olan Ağabeyimdi, şairlik, yazarlık misyonuna kendisine adamıştı, çocukluğundan beri okuyor, yazıyor, yaşamını buna göre yönlendiriyordu. Cebinde 100 lirayla Paris’e gitmek ve orda yaşamak. Bu bir saçmalık, en azından tehlikeli bir maceraydı. Ama önümüzde o zamanlarda çok tutulan Panait İstrati örneği vardı, onun gibi “dünyayı görmek” istiyorduk. Hemen hemen bütün kitaplarını ezbere bildiğimiz Maksim Gorki, Jak London yaşamlarını en güç koşullarda kazanarak güçlü birer romancı olmamışlar mıydı?!. Zaten aydınlarımızın çoğu Paris’te değiller miydi? Ama asıl sebep, sanırım, o günün koşullarında yaşadığımız çevreden dışlanmaydı, şu veya bu herhangi bir şekilde adınızın sola çıkması, sizin dışlanmanıza, kötü bakışlara sözlere hedef olmanıza yetiyordu. Pasaport almada, vize de büyük zorluklarla karşılaştık. Rahmetli Cahit Güçbilmez’in çok emeği geçti (o yatak yorgan,bütün eşyası ile gidiyordu), konsolostaki bir görevli vize vermemekte diretiyordu, onu ikna etmenin yolunu bile buldu. Sonunda 1949 yılının güzel bir kasım günüde Ankara vapurda yola çıkmıştık. Artık, Panait İstrati’nin sözleri ile; “Dünya’ya gidiyorduk ,deve dikenleri de peşimizdeydi.”

Ben çabuk döndüm, Ağabeyim,bir süre daha kaldı, ama döndüğü zaman batının “Hangi Batı” olduğunu anlamış, zaman kaybetmekten kurtulmuştu.

* * *

“Gitmesek de” “görmesek de ” “O köy bizim köyümüzdür” . Bu o zamanlar, halâ da öyle ya, bir kısım Cumhuriyet aydınının yurdumuza bakış açısıdır. Ülkesini İstanbul veya Ankara’da oturmak sık sık da Avrupa’ya gitmek koşulu ile oturduğu yerden, ya da “Bir vagon penceresinden” bakarak sever. Pınar başında testisine su dolduran şalvarlı köy kızları, köy meydanında halay çeken delikanlılar. Cumhuriyetin en az otuz yılı böyle geçti. Bir de Halikarnas Balıkçısı ile gelişen Bodrum Anadolucuğu vardır, yabalar, kilimler… Kimilerine göre ise geçmiş, sadece İyonya’dır, Homer’dir ve ondan ibarettir. Şimdilerde ise, Türkçe’mizi, bir kabile dili olmaktan çıkarıp, bir edebiyat dili haline getiren, dilimizi kurumlaştıran Yunus Emre’yi bir taraf itip, mevlevî ayinleri moda oldu. Bu gün için hiçbirinin bir turistik slogan olmaktan öteye anlamı yoktur.
Yazarların, şairlerin ülkelerini sevmeleri yeterli değildir, içinden gelmeleri yaşamaları gerekir; Attila İlhan’nı farklı kılan, sanırım budur; Anadolu’nun içinden gelmesi, onun bir parçası olmasıdır. Ancak böyle bir yazar, şimdilerde bazılarının yaptığı gibi, başka iklimlerde, topraklarda kendisine aidiyet aramaz, ülkesini şikayet etmez, halkını hor görmez. Evrensel kültürün bir parçası mı, yoksa uydusu mu, hangisi? Attilâ İlhan’ının cevabı birincisidir, ikincisi ise sömürge kültürüdür. Nazım Hikmetin’in ifadesiyle, kökü “memleket toprağındadır”, ve yükü “Şeyh Bedrettin gibi taşımaktadır”. İşte hepsi bu, bütün bu öyküyü bunun için anlattım.

Cengiz İLHAN

Dünya Gazetesi “Kitap” Eki. – 02.Eylül.2005