(…affedersiniz ama, peki siz o şiiri hatırlıyor musunuz? Ya Kemâlettin Kâmi Bey ’i (Kamu) ? Ben hiç unutmadım; bazıları, Necmettin Halil Bey ’e benzetip, şiirine burun kıvırabilirler; beni hiç ’ırgalamaz’; dokuz on yaşlarımda nasıl ’Kıraat Kitabı’ mızdaki şiirini, heyecanla nasıl ezbere okuyabiliyorduysam; bugün, ’seksenine merdiven dayamış’ bir ’yurttaş’ olarak, yine ezbere okuyabilirim:
’…İzmir kapılarında…’
’’…belki şimdi sana son / sözlerimi yazmadan / gözlerim kapanacak / belki var daha beş on / dakikalık bir zaman / anne için yanacak / mektubum okunurken / beliren bir emeli / çok görme bana sakın / ben Tanrı’ya en yakın / bir yola sapıyorum / milletimin uğrunda / türbemi yapıyorum…’’
Kim bilir, belki de çocukluğumu o ortamda geçirdiğim için, sözgelişi ninemin, yeşil gözlerinde garip bir ışıltıyla; ’’- …duyduk ki, bizim asker Manisa’yı istirdat etmiş; sıra bize geliyor, diye bayram etmiştik: Menemen’deki bütün evlerde, genç kızlar, dikiş makinalarına oturup, bayrağımızı dikmeye başladılar!’’ dediğini, unutamadığım için; ya da annemin, ’’- …bizim asker, kan ter ve toz toprak içinde, nihayet şehre girmişti; genç kızlar, ellerinde gülâpdânlar, onlara gülsuyu serpiyorlardı…’’ diye anlatırken; her defasında gözlerinden, iki sıra yaş indiğini hatırladığımdan, son mısraları okurken, büsbütün heyecanlanırdım:
’’…mağdem ki gün gelecek / herkes aynı meleğin / önünde eğilecek / niçin o güne değin / çan sesleri duyayım / bugün de bir yarın da / bırakın uyuyayım / İzmir kapılarında…’’)
’İstiklâl Madalyası’na lâyık görülen kadınlar…’
O ’kadınlar, bizim kadınlarımız’, o yıllarda ’esâreti’ de, ’istirdatı’ da, aynı yurttaşlık duygusu ve sorumluluğuyla, yaşamışlardı; yoksa, yoksa meselâ, içlerinden ’İnönü muhârebelerine bilfiil iştirâk etmiş bazıları, Cihet-i Askeriye’ce, İstiklâl Madalyası’na lâyık görülürler’ miydi? Kim miydi onlar? Besim Hâdi ruhlarını şâd edelim:
’’…Ali kızı Halime, Kara Osman kızı Fatma, Besim kızı Şükriye, Musa kızı Fatma, Veli Onbaşı kızı Ayşe, Molla İbrahim kızı Fatma, Ali kızı Ayşe, Molla Hasan kızı Fatma… vd.’’
Elimizdeki bilgiler, niye eksik? Niye meselâ, onların arasında, ’Domaniç’li Habibe Kadın’ da var mıydı, yok muydu; bunu bilemiyoruz? ’Habibe Kadın’ deyip geçmeyin, bilindiği kadarıyla bile, yaşadığı müthiş çıkmaz; onun, çıkmaza bulduğu, çözüm yolu; romanı yazılacak, filmi yapılacak, bir insanlık dramını içeriyor. Bakar mısınız, Anadolu kadınındaki yüksek yurttaşlık bilincine, taşıdığı şeref ve haysiyet duygularının yoğunluğuna!
’’…Domaniç’li Habibe Kadın’ın öz oğlu, İnegöl’de yaşarmış; besbelli günün birinde, Şeytan’ın iğvasına uyuyor; İnegöl’e giren Yunan İşgal Kuvvetleri’ne, yol gösteriyor; kılavuzluk ediyor! Habibe Kadın’ın, duyduğu an, beyninden vurulmuşa döndüğü, olay budur; bu olaydır ki, bir süre sonra sessiz sedasız yola düşüp, Domaniç’ten İnegöl’e inerek; beline sakladığı ’lüver’iyle (tabancası), rastladığı ilk yerde, oğlunu tek kurşunla alnından vurup, yere sermesine neden olmuştur; ve yurttaşlık namusunu ve haysiyetini böyle temizleyerek; yine sessiz sedasız, yâni ardına bile bakmaksızın, geldiği dağlara, geri dönmüştür…’’
’’…o kadınlar bizim kadınlarımız…’’
Gâzi’nin üzerinde durduğu…
G âzi Mustafa Kemal Paşa, daha o zaman, şu sözleri boşuna mı söylemiştir sanırsınız? Eskilerin kullanmayı sevdiği deyimle, ifâde ettikleri ’aynıyle hakikattı’:
’’…dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir milletinde; Anadolu köylü kadınının üstünde, kadın çalışmasını zikretmeye imkân yoktur; ve dünyada hiçbir milletin kadını, ’ben Anadolu kadınından daha fazla çalıştım; milletimi kurtuluşa ve zafere götürmekte, Anadolu kadını kadar himmet gösterdim’ diyemez…’’
’’…belki erkeklerimiz, memleketi istilâ eden düşmana karşı süngüleriyle, düşmanın süngülerine göğüs germekle, düşman karşısında bulundular; fakat erkeklerin teşkil ettiği orduların zayıf kaynaklarını, kadınlarımız işletmiştir. Memleketimizin, var olması imkânını sağlayan, kadınlarımız olmuştur ve olmaktadır. Kimse inkâr edemez ki, bu harpte ve ondan evvelki harplerde, milletin hayat kaabiliyetini ayakta tutan, hep kadınlarımızdır…’’
’’…onun içindir ki hepimiz, büyük ruhlu ve büyük duygulu kadınlarımızı, şükrân ve minnetle ebediyyen tâziz ve takdis edelim…’’ (Vakit gazetesi, 30 Mart 1923)
Farkında mısınız? Gâzi, kadnılarımızın hangi ’husûsiyeti’ üzerine, dikkati çekmiş? Onların, ’memleketin hayat kaabiliyetini ayakta tutmak, ülkenin var olmasını sağlamak’ özelliğini öne çıkarıyor; yâni ’emeği’, ve bu ’emeğin’ dayandığı ’bilinç’ üzerine; bu da, daha o zamandan, Türkiye’nin gücünü ve geleceğini, nasıl üretim ve eğitim üzerinde kurduğunu göstermiyor mu? O ’kadınların’ torunları, bugünkü kızlarımız, ülke çatır çatır dağılmaya doğru götürülürken, başını örtmek ya da göbeğini açmak için, aralarında kapışarak mı; annelerine ve ninelerine lâyık birer evlat olacaklar; yoksa, tıpkı onlar gibi, yurttaş sorumluluklarına sahip çıkarak mı?
Benden sorması!..
Cumhuriyet, 23.02.2004