…yaşamayanlar ne bilsin, ama; yaşayıp da anlayamamış olanlar, bunca yıl sonra, bazı gerçekleri görmelidir:
”…’savaş yılları boyunca izlenen dış politikanın doğal bir sonucu da, Türkiye’nin Batılı müttefikler arasında, uzun zamandır süren yalnızlığı’ dır;’ …Türkiye’nin Batılı Müttefikler arasındaki ‘yalnızlığı’, dış politikada temel sorun olarak sürecek; ve 1944/1947 yılları arasında, Türk Dış Politikası bu yalnızlık içinde belirlenecektir…” (Cemil Koçak / ‘Türkiye’de Millî Şef Dönemi’, s. 381, Yurt Yayınları, 1986)
Yalnızlık, gerçekten ürkütücüydü: savaş öncesinde, güvenliğini ve çıkarlarını; Doğu Avrupa ‘da Balkan Paktı ile Ortadoğu ‘da, Saadabad Paktı ile Kuzeyde ise Sovyet Dostluğu ile güvence altına almış olan Türkiye; Doğu Akdeniz ‘de dımdızlak yalnız kalmıştı; artık ne Balkan Paktı vardı, ne Saadabad Paktı; (buraya dikkat!) Londra, Ankara’nın müttefik olduğu halde, bir türlü, Mihver’e savaş ilân etmeyişinden, küskün; Moskova, eski ve yakın dostluğa rağmen, Berlin’le Sovyetler Birliği’ne karşı, gizli işbirliğine girmiş olmasından, kızgın; Washington, çok da iyi tanımadığı Türkler’in, tereddütlerinden, kuşkuluydu. Evet, ‘Millî Şef’ sâyesinde, Türkiye savaşa girmemişti ama, içine düştüğü yalnızlıktan nasıl çıkacağını bilemiyordu. Hele Sovyetler Birliği ile arasındaki 1925 tarihli Türk/Sovyet Dostluk ve Saldırmazlık Antlaşması ‘nın, Moskova tarafından -üstelik tek taraflı olarak- feshedilmesinden; ve Birleşmiş Milletler Teşkilatı ‘na, ‘totaliter rejimlerin’ çağrılmayacağı, anlaşıldıktan sonra!..
Bilindiği gibi, Avrupa’da böyle üç ülke kalmıştı: Franco’nun İspanya’sı; Salazar’ın Portekiz’i ve… Millî Şef’in Türkiye’si…
İşler çatallaşıyor…
Hele SSCB Dış İşleri Komiseri Molotof ‘un, Türkiye Büyükelçisi Selim Sarper ‘i çağırıp; Boğazlar ‘ın kontrolünde Karadeniz ‘de kıyısı olan ülkelerin ‘işbirliğini’ istemesi; Sosyalist Gürcü Cumhuriyeti ‘nde bazı gazetelerin, doğudaki üç Türk Vilâyetine sahip çıkması üzerine, iş birden vahâmet kesb etmişti. Türkiye, Batılı müttefiklerinden medet umuyor, oysa onlar, bu defa koz kendi ellerinde olduğu için, tınmıyor; kılını bile kıpırdatmıyordu: önce, bu ülke faşizan totaliterlikten çıkmalı, ‘demokrasi’ye yönelmeliydi.
”…San Francisco Konferansı öncesinde, 1944 yılı sonbaharında kapatılmış olan ‘Tan’, ‘Vatan’ ve ‘Tasviriefkâr’ gazetelerinin, yeniden yayımlanmasına 22 Mart’ta izin verilmiştir. Bu izin, hiç olmazsa Basın’a karşı daha liberal bir tutumu yansıtmaktadır. Ancak söz konusu iznin hemen Konferans öncesinde verilmesi dikkat çekicidir…”
”…gerek basında, gerekse Parti ve Meclis içinde gelişen ve aralarında belli ilişki bulunan bir ‘muhalefet akımı’ olduğu; (buraya dikkat) yönetimin ise, yeni gelişmenin kendi denetimi dışına çıkmasına karşı, tedirgin olduğu hemen görülmektedir. Bununla birlikte, memlekette ‘yeni bir hava’nın egemen olmaya başladığı anlaşılmaktadır…” (a.g.e., s.382/382).
Hepsi bu kadar mı, hayır! Cemil Koçak , eserinde Faik Ahmet Barutçu ‘nun kaleminden, ‘Millî Şef’ in zaten ne kadar demokrasiye ‘hevesli’ olduğunu, şu alıntısıyla açıklıyor:
”…Cumhurbaşkanı İnönü, dün yine Parti’ye geldi. Boş milletvekillikleri için, bu kez Parti tarafından aday gösterilmeyerek, halkın serbest seçimini deneme düşüncesini ileri sürüyorlardı. Buna Başvekil ile Genel Sekreter, pek taraftar değiller (…) Oysa şu Meclis’i bir ‘memur’ meclisi durumundan kurtarıp, bir Millet Meclisi durumuna getirmek, ne kadar gerekli bir şeydir..” (a.g.e., s.383, dipnot: 5)
”…Barutçu anılarında İnönü’nün (…) Çankaya’da verilen bir davette, Demokratik yönetimi yerleştirmek amacından, açıkça söz ettiğini belirtiyor. İnönü, tek parti döneminde, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ile Serbest Fırka denemesinde, değişik nedenlerden partilerin kapatılmalarının birer hatâ olduğunu, bu hatânın hem kendisine, hem de Atatürk’e ait olduğunu açıklamıştır. İnönü’nün 1945 yılı ilkbaharında, ilerde bir muhâlefet partisinin kurulmasını düşündüğü, ve bunun için CHP içindeki diğer yöneticileri ikna etmeye çalıştığı anlaşılmaktadır (a.g.e. s. 384)…”
…meğer ‘demokrasi’ neymiş!
B u söylenenler gerçek olmadı mı? Oldu, bizim nesil bunu yaşamıştır: bir süre sonra, ‘Millî Şef’, -Celâl Bayar ve yandaşlarıyla anlaşarak-; tek parti CHP’nin ‘liberal kanadı’ndan, ilk muhâlefet partisini ‘üretti’, bir müddet sonra da, demokratlığını daha da kanıtlamak için, ‘sınıf esası üzerine dernek kurmak’ yasağını kaldırarak; sendikaların ve solcu partilerin kurulması imkânını yarattı.
Bildiğiniz gibi, (buraya dikkat!) bu imkân totaliter tek parti mevzuatı (yasaları) kesinlikle değiştirilmeden; sanki tek başına Demokrat Parti için yaratılmış; gelişmelere inanıp da parti kuranlar, başını kayaya çarpmıştır; yâni ‘Bürokrasi + harp yıllarında palazlanan Burjuvazi + Alafranga ve Seçkin’ aydınların ‘Oligarşi’si! Nitekim bu partilerden ikisi, Türkiye Sosyalist Partisi ve Emekçi Parti, derecesi farklı olmakla beraber, sosyalist eğilimli partilerdi; üçüncüsü ise, yanılmıyorsam Cevat Rıfat Bey ‘in (Atılhan) kurduğu, -ismiyle müsemmâ- ‘İslam Demokrat Partisi’!..
‘Millî Şef’, CHP ve onun hükümeti, Demokrasi’yi ne kadar sevdiklerini (!); birkaç ay sonra, bu partileri, kanun dışı sayıp, kapatmakla göstermiş oldular: gazeteleri, dergileri yasaklandı, sendikacılar tutuklanıp Ağırceza Mahkemeleri’ne çıkarıldı. Böylece, ‘Millî Şef’ imizin, hasretini dile getirdiği ‘demokrasi’ den, ‘ne anladığı’ anlaşılmış oldu.
Cumhuriyet, 27.04.2005