Parola: vatan / işareti: namus
Attilâ İlhan’ın 16 yazarla birlikte oluşturduğu “… bir millet uyanıyor!” kitabı bir manifesto niteliğinde. Beraber görmeye alışmadığımız isimlere yer vermesi, yapıtın dikkat çeken özelliklerinden.
Yasemin Arpa
NTV-MSNBC
28 Nisan 2005 — ‘Yöneten’ sıfatını kullanan Attilâ İlhan, fikir babası olduğu projenin bu kitabını bir ‘önsöz’ ile başlatıyor. Derleme, Bilgi Yayınevi’nin Bir Millet Uyanıyor Dizisi’nden çıkan ilk kitap olma niteliğini taşıyor.
Yasemin Arpa: Sayın İlhan konuşmamızı kitabın adından içeriğine doğru bir yolculuk yaparak sürdürmeyi düşünmüştüm. Kitabın adından başlayalım.
Attilâ İlhan: Şunun için “… bir millet uyanıyor!” dedik: Milleti uyutuyorlar… Millet aşağı yukarı 1938’den beri uyutuluyor.
Y.A.: Atatürk’ün ölümünden sonra mı?
A.İ.: Evet, Atatürk’ün ölümünden sonra başlıyor. Ve ben onun için, şu ara Cumhuriyet’te yazıyorum bu yazıları ve bunları özellikle başkalarının kitaplarından aldığım alıntılarla kanıtlamaya çalışıyorum. Ben söylediğim zaman, “Sen tarihçi değilsin, bilim adamı da değilsin. Bunları nereden çıkardın?” diyebilirler. O zamanı yaşamış adamlar bunları yazmış, bunlar ortada. Ama bizim aydınlarımız Batılıları okumaktan bunları okumaya vakit bulamıyor. Kendilerinin tarihinin ne olduğundan haberleri yok.
Mesela Mustafa Kemal Paşa’nın 2. Cihan Harbi’ne girilmesine şiddetle karşı olduğunu, tarafsızlık politikasında devam edilmesi gerektiğini, Balkan Paktı’nın muhafaza edilmesi düşüncesinde olduğu, bu pakta sahip çıkarsak Almanların ve İtalyanların bu tarafa gelemeyeceği gibi düşünceleri var. Sahip çıkıyor İsmet Paşa. Neticede ne oluyor? Almanlar bizim sınırımıza dayanıyor. Yunanistan, Almanlarla İtalyanların hakimiyetine giriyor. Bizim kapımızı çalıyorlar, tak tak tak, Kafkasya’ya geçeceğiz. Çünkü istedikleri petrol. Eğer Mustafa Kemal Paşa’nın politikasını sürdürmüş olsaydık Türkiye başından itibaren tarafsız kalacaktı. Tarafsız kalınca Balkan Paktı devam edecekti. Balkan Paktı devam ettiği takdirde de ne Almanlar bu tarafa gelecekti, ne de İtalyanlar.
Y.A.: Bu farklılığı Mustafa Kemal- İsmet Paşa farklılığı olarak mı algılamak gerekir? Dış koşulların etkisiyle başka türlü yapılamaz mıydı?
İsmet Paşa: Mustafa Kemal Paşa bir işte yüzde 10 başarı şansı görürse o işe girer. Ben bir işte yüzde 10 başarısızlık şansı görürsem o işe girmem.
A.İ.: İsmet Paşa’nın bir sözü var, ben sık sık tekrarlıyorum: “Mustafa Kemal Paşa bir işte yüzde 10 başarı şansı görürse o işe girer. Ben bir işte yüzde 10 başarısızlık şansı görürsem o işe girmem” diyor.
Mustafa Kemal Paşa ile İsmet Paşa Hatay meselesinde birbirine giriyor. Çünkü İsmet Paşa’ya göre, biz Hatay meselesinde diretirsek Fransa’yla savaşacağız. Çünkü Fransa Suriye’de o zaman. Suriye bir Fransız sömürgesi. Peki Mustafa Kemal Paşa ne düşünüyor? Hatta o benim çok hoşuma da gidiyor. Tam da Paşa’ya yakıştırabileceğim bir tavır: Fransız sefirini Ankara’da çağırıyor, karşısına oturtuyor. Bir tarafında grup halinde Balkan Paktı devletlerinin genelkurmay başkanları, öbür tarafında Sadabat Paktı devletlerinin genelkurmay başkanları var. Fransız’a diyor ki: “Biz bunu istiyoruz.”
‘Fransız sefirini Ankara’da çağırıyor, karşısına oturtuyor. Bir tarafında Balkan Paktı devletlerinin genelkurmay başkanları, öbür tarafında Sadabat Paktı devletlerinin genelkurmay başkanları var.’
Siz görebiliyor musunuz olayı? Bu bir, ‘büyük devlet’ olayı. Türkiye büyük bir devlet. Bu insanlar da O’na katılıyor: “Hatay meselesinde Türkiye haklıdır.” Peki, Gazi hiç düşünmüyor mu Fransa ile savaş çıkar diye. Bunu Fransız sefirine de söylüyor. O zaman Suriye’nin dışişleri bakanı Türkiye’ye geldiğinde ona da söylüyor. Diyor ki “Fransızlar size verdikleri sözleri tutmadı, sizleri bağımsız kılmıyorlar.”
Mustafa Kemal Paşa, Fransa Dışişleri Bakanı geldiğinde “Üstüme varırsanız girerim” diyor. Yani oraya girecek, Suriye’ye girecek. Kurtulduktan sonra çıkarım diyor. Çünkü Gazi bir devrimci. Ve “O” Fransız devrimcisi. Yani milletler, devletler eşittir, hür olmalıdır, buna inanıyor. İnandığı için de kurtarırım ama çıkarım diyor.
Fransa harp eder miydi, edemez miydi?… Gazi diyor ki: “Edemezdi.” Fransa’da hükümet laik bir hükümet. Sermaye üstüne gidiyor fena halde. Bunu bırak, bir tarafında Hitler, Mussolini var, bir tarafında Franko var. Kendi derdine düşmüş durumda, gelip Suriye’de Hatay için harp edemez diyor. Doğru.
‘Savaş bittiği zaman durum ne? İngilizler bize küstü, Ruslar kızdı, Amerikalılar kuşkuyla bakıyor. Çünkü savaş boyunca bir sağa dönmüş, bir sola dönmüş, ne yapacağını bilememiş bir ülke.’
Mustafa Kemal Paşa bu işte yüzde 10 başarı şansı görüyor ve giriyor. Başarıyla çıkıyor. Buna mukabil İsmet Paşa, Gazi öldükten sonra ‘harp geliyor’ korkusuyla Mustafa Kemal’in barışçılık politikasını bırakıyor, İngiltere ve Fransa’yla ittifak yapıyor, bunlar beni kurtarır diye. Halbuki Hitler ilk tokadı Fransa’ya atıyor, hemen devriliyor. Harbe girmemiz lazım, Paşa girmiyor. Girmeyince İngilizleri kızdırıyor. Almanlar kapılarımıza geldiği zaman Almanlarla el altından anlaşmaya çalışıyor Ruslara karşı. Rusları kızdırıyor. Savaş bittiği zaman durum ne? İngilizler bize küstü, Ruslar kızdı, Amerikalılar kuşkuyla bakıyor. Çünkü savaş boyunca bir sağa dönmüş, bir sola dönmüş, ne yapacağını bilememiş bir ülke.
Y.A.: İsmet Paşa sonrası, dış politika aynı çizgide mi devam etti?
‘Reşit Paşa’nın yaptığı anlaşmanın şartlarıyla, Türkiye’nin AB ile yaptığı gümrük birliği şartlarını yan yana koydum ben. Aynı.’
A.İ.: Aynı çizgidedir. Geldiğimiz yer, İsmet Paşa’nın başlattığı politikadır.
Şöyle söyleyeyim, hatta bunu daha genelleştirebiliriz: Bir Asya ülkesi şu veya bu şekilde medeniyeti Batılılaşmak zannederse, bu işe kalkışırsa, mutlaka batar. Neden batar? Çünkü Batılılar batırmak için uğraşırlar. Bunun tek örneği biz değiliz. Ruslar da buna örnek. Çünkü Deli Petro, memleketi Batılılaştırmaya karar verdi. Rus asilleri Fransızca konuşmaya başladı, yazarlar öyle yaptı. Eee, ne oldu sonunda; battı! İhtilal çıktı ve Bolşevikler geldi.
Biz Batılılaşmaya karar verdik, Mustafa Reşit Paşa bu işe kalkıştı. Batılılarla anlaşma imzaladık.
Bir yazım vardır, keşke bulup okuyabilsem size. O yazıda o zaman için Reşit Paşa’nın yaptığı anlaşmanın şartlarıyla, Türkiye’nin AB ile yaptığı gümrük birliği şartlarını yan yana koydum ben. Aynı. Yani o zaman bize neyi kabul ettirmeye çalışıyorsa Batı, Çiller’e aynı şeyi sunmuştur. O da “Çok iyi oluyor, artık Ortak Pazar’a giriyoruz” diye imzayı basmış.
Y.A.: Kitapta 17 yazar var. Kitapta ana eksenin ABD ve AB karşıtlığı olduğunu söyleyebilir miyiz?
A.İ.: Hayır. Öyle bir karşıtlık yok. Sadece şu esas var orada. O arkadaşların bu işin içine girmeleri şöyle oldu: Türk milleti, yöneticiler ve partiler tarafından, basın dahil, unutulmuştur. Türk milleti gerçekleri görsün. Gerçekleri görebilmesi için de Türkiye’nin fikir adamları, çalışkan insanları birbirleriyle uğraşacakları yerde, kavgalarını bir kenara bırakıp, tıpkı Müdafa-i Hukuk zamanında olduğu gibi biraraya gelir ve bu gerçekleri Türk halkına anlatırsa bu iş biter.
‘Türkiye’nin yüzde 82’si bizden çıktı; yüzde 18’de kaldılar. Herkese sordular, hepsi Amerika’ya düşman.’
Y.A.: Bunu olası görüyor musunuz?
A.İ.: Oldu bile. Bak nasıl oldu? Ben aşağı yukarı beş senedir bu konuda neşriyat yapıyorum. Benim gibi neşriyat yapan 3-4 arkadaş daha var. Başladığımız zaman bize gülüyorlardı. Bunlar azınlık, küçük azınlık… Basının ağzı buydu. Şimdi birdenbire araştırma yapılınca Türkiye’nin yüzde 82’si bizden çıktı, yüzde 18’de kaldılar. Herkese sordular, hepsi Amerika’ya düşman.
Y.A.: ABD karşıtlığı anlamında mı?
A.İ.: Hayır. Batı karşıtlığı. Avrupa’yı Avrupa gibi görmüyorum. Roma-Germen İmparatorluğu gibi görüyorum. Hala aynı mantıkla hareket ediyorlar. O mantık hiç değişmedi. Dinini değiştirecek, dilini değiştirecek, seni parçalayacak. Aynı şeyi düşünüyor.
Hablemitoğlu ölmeden evvel, bana bir telefon görüşmemizde şöyle dedi: Abi orada uğraştıkları şu: Bizim Türklere Müslüman hocaların İslamı öğretmesini engelliyorlar. Onlara İslamı Alman hocalar öğretiyor dedi.
Onlar Türk olmaktan çıkacak, Hıristiyan Almanlar olacak. Bizim burada da misyonerler geldiler, halkı Hıristiyan yapmaya çalışıyorlar. Biz de Türk Hıristiyanlar olacağız.
Y.A.: Başka bir araştırmada ABD’den çok Bush karşıtlığı sonucu çıkıyor.
A.İ.: Bu sonradan meseleyi tevil etmek için yapılan bir araştırma. Çünkü bütün yaptıkları daha evvel “21. Yüzyıl’da Birleşik Amerika’nın Stratejik Durumu” diye bir raporla açıklanmıştı. Bu raporu herkesten önce ben okudum ve söyledim. Bush o raporu uyguluyor. Yani Bush’un kendi kafasından yaptığı bir şey yok. O bir kukla. Ronald Reagan gibi bir adam.
O, doğrudan doğruya Amerikan savunma sanayinin işi. Clinton zamanında ABD’nin savunma sanayinin kâr hadleri neydi, nereye kadar para kazanıyordu, ne yapıyordu? Cumhuriyetçiler geldikten sonra hisse senetleri ne derece yükseldi? Ben bunu incelediğim için biliyorum. 15 misline yakın daha fazla kazanıyorlar. Çünkü savaş demek, savunma sanayinin para kazanması demek. Bush savaş açtıkça Amerika namına, Amerika’ya para gidiyor. Öteki (Clinton) daha ‘savaş çocuğu’ olduğu için savaşmadan da yapsak bu iş olur falan deyip savunma sanayinin öfkesini üstüne topladı ve adamı dağıttılar. O adamın seçilmesi bile – ilk seçim- kuşkulu bir seçimdi.
Raporu, Silahlı Kuvvetler’e de dağıtmışlar. Türkçesi var. Orada açık seçik ‘Rusya bittikten sonra dünyanın hakimi Amerika’dır’ diyor ve hangi ülkeleri ele geçireceğini birer birer yazıyor. Önce Sovyetler Birliği’nde, arkasından Yugoslavya’da aynı şeyi gördük. Birden Irak meselesi çıktı. Şimdi İran meselesi var, Suriye meselesi var. Rusya’nın devletlerini aynı şekilde ele geçirmeye çalışıyor.Ve aynı metotta çalışıyor. Demokrasi metodu; ‘Siz demokrat değilsiniz, bakın ben size bir demokrasi yapayım çok beğeneceksiniz.’
‘Birtakım dernekler, STK’lar var. Kim ne kadar para almış biliyoruz şimdi. Kitap çıktı. Mustafa Yıldırım, eski bir asker. O zaman almış herhalde Amerikan Genelkurmayı’nın şifresini.’
Birtakım dernekler, STK’lar var. Uyanık bir arkadaş bilgisayarlarının şifresini almış girmiş. Kim ne kadar para almış biliyoruz şimdi. Kitap çıktı. Mustafa Yıldırım, eski bir asker. Uyanık bir asker. O zaman almış herhalde Amerikan Genelkurmayı’nın şifresini. Onlar da Allah razı olsun her şeyi yazıyorlar bilgisayarlara. O zaman birdenbire sıva dökülüyor. Sıva dökülünce yüzde 18 çıkıyor. Türkiye’de yabancıdırlar. Yani daha da ağırını söyleyeyim: Mütareke hükümeti durumuna düşecekler. Çünkü bak Mustafa Kemal Müdafa-i Hukuk hareketine girdiği zaman Ankara’da yanında kimler vardı? Onları bir düşünün. Mustafa Kemal Paşa’nın bir tarafında Ziya Gökalp vardı; Türkçü, bir tarafında Yusuf Akçura vardı; marksist ama kafada Türkçü. Arkasında Mehmet Akif; müslüman ama Türkçü. Peki kimi çağırmışlardı? Mustafa Suphi komünist ama Türkçü. Şimdi aynı şey oluyor.
Y.A.: Bugün farklı tarafların bir araya gelmesi daha zor değil mi?
A.İ.: Hayır. Neden zor değil? Çünkü ben bunu yaşıyorum. Beni Bursa’da konuşmaya çağırdılar. Ben genellikle konuşmaya gitmem öyle pek her yere. Fakat çağıranlar dikkatimi çekti. Çünkü millet de biliyor ki ben 40 senelik, 50 senelik solcuyum. Türk Ocağı beni orada konuşmaya çağırıyor. Ben buna da gidemezlik yapamam dedim. Gittim soğuk, berbat bir hava. Beni çok kibar karşıladılar. Ben o kadar kibarını beklemiyordum. Ondan sonra benim içime bir kuşku düştü. Bu yağmur, bu kış kıyamette kimse gelir mi? Gülüyorlar. Neticede oraya gittik. 1.600 kişilik salonda 2.000’in üstünde insan vardı. Ve bunların içinde solcusu, sağcısı, Türkçüsü, kimi düşünürsen vardı. Başörtülü kızlar…Ve ben orada bir kumar oynadım. Konuşmaya Bursa şehrinden başladım. Bursa şehri benim için şundan enteresandır. Çünkü Nazım burada yatıyordu. Bekledim ki ayağa kalksınlar, bağırsınlar, sen kimden bahsediyorsun falan desinler. Çıt çıkmadı.
O zaman Bursa’ya gelirdim. Çünkü duymuştuk ki hapishaneden dişçiye gitmesine izin veriliyormuş. Faytona bindirip dişçiye gönderiyorlarmış. Dişçiye giderken görür müyüm? Çocuğum ya. O hayallerle orada dolaştım bir hayli, tabii göremedim. Bunları anlattım. Daha sonra Nazım’ın Bursa’da yatarken durumunun ne kadar kötü olduğunu ve psikolojik durumunun ne kadar bozuk olduğunu- ki bunu solcular saklardı- bu yanlıştı. Onu açıklayan bir mektup okudum. Bu mektup Nazım’ın annesi tarafından Bursa’da onu ziyaret ettikten sonra Vâlâ’ya yazdığı bir mektuptur. “Çocuk intiharı düşünüyor. Bana açık açık bunu söyledi. Kendini buna hazırla dedi” diye. Nazım’ın hâleti ruhiyesi… Saygı bir çeşit hayranlığa döndü. Ondan sonra asıl konuya girdim. İşte bu meselede de duygularınız nasıl etkilendi. Çünkü gerçek bu. Sizden bunu sakladılar. Bunun bilinmesi lazım. Çünkü Nazım Hikmet formasyonu itibarıyla İstanbul’da oturacak, Kadıköy’de zamparalık edecek bir oğlandı. Bu çocuk 18 yaşında Anadolu’ya ilhak ediyor, yahu siz bunu görsenize. 18 yaşındaki çocuk evini barkını bırakıyor, üstelik paşazadedir de. Öyle bir memleket hissi var ki…
‘Peki sen gidip gavura, alenen ve resmen, “bu kadar Ermeni’yi kestik, şu kadar Kürdü kestik” diyen adama kimsenin bir şey dememesine ne diyelim?’
Şimdi başka bir şey söyleyeceğim. Bu daha etkileyecek seni. Rusya’ya gitti Nazım. Rusya’da yazdığı şiirlerin bir tanesi bile Türkiye’nin aleyhinde değil. Tam tersine Türkiye’yi kullandıklarından dolayı Batı’ya çatar. Türk askerini kollamaya çalışır. Ve Türkiye hasretiyle doludur. Peki sen gidip gavura, alenen ve resmen, “bu kadar Ermeni’yi kestik, şu kadar Kürdü kestik” diyen adama kimsenin bir şey dememesine ne diyelim?
Y.A.: Orhan Pamuk mu?
A.İ.: Evet.
Y.A.: Herkes ayağa kalktı.
A.İ.: Halk kalkar. Bizim kibar halkımız. Şimdi kardeşim bunu göklere çıkarıyorlardı. Bu hesap Türkiye’de tutmaz. Tutmayacağı açığa çıktı. Aslında benim, Erol Manisalı’nın, Oktay Sinanoğlu’nun ve diğer bu işi savunan arkadaşların son 4-5 sene içinde unutulmamız, kitaplarımızın satılmaması, hiç kimsenin bizimle ilgilenmemesi lazımdı. Çünkü bütün basın çağırmıyor, ilgilenmiyorlar falan. Bunun tam tersi oluyor. Bizi daha çok çağırıyorlar. Her tarafa gidiyoruz. Yani ben şimdi buna çok şaşırdım. Çeşitli okullarda tez yapılıyor benimle ilgili. Yorgun düştüm hangisine cevap vereceğim… Çünkü çocuklara hocaları veriyor bu tezleri. MEB okullarında şimdi bu savunuluyor. Yalnız ben değil, Oktay Sinanoğlu da var, diğer arkadaşlar da.
Şimdi şu gösteriyor ki; zemin 1919’daki zemin. Burada bütün mesele aydınlardadır. Aydınlar uyanıp halkının yanına gitmelidir. Çünkü kendilerini halktan iyice ayırmış durumdadırlar. Ve bunu da nereden anlıyoruz? En son mesela çok matrak bir şey; çok kızdık, çok da güldük. Şimdi ben yeni bir televizyondayım ya, o televizyonda da adettendir.
Kabiliyetli arkadaşları, bu da çalışsın diye yolluyorlar. Çoğalınca yönetim bir çare düşünüyor, test soruları hazırlanıyor. Çoğu da haber merkezine girmek istiyor. Çoğu da dil biliyor bu delikanlılar şakır şakır. Türkiye’nin cumhurbaşkanlarını bilmiyorlar. İstanbul’u kim kurtardı bilmiyorlar, Türk tarihinden hiçbir şey bilmiyorlar. O sütunlar hep boş.
Y.A.: Şoven milliyetçiliğe kayma tehlikesi için ne düşünüyorsunuz?
A.İ.: Şoven milliyetçiliğe kaymak kaymamak senin elinde. Ben sana onu söyleyeyim. Bizde Kurtuluş Savaşı Türkçülerin bir kanadı tarafından yapılmış. Mustafa Kemal Paşa da Türkçüdür, etrafındakiler de Türkçüdür. Fatih Bey bile Türkçüdür. Peki niye onlar bir ırkçılığa düşmediler de “Bütün Türk toprakları üzerinde yaşayan herkes Türk’tür, bu ülkenin vatandaşıdır” dediler. Çok rahat düşebilirlerdi. Çünkü içeride bir sürü gavur vardı. Asla böyle bir şey yapmadılar, söylemediler. Tam tersine, tam bir eşitlik yapılmaya çalışıldı.
“2. Dünya Savaşı’nda ırkçı ‘Turancı’ hareket. İkincisi de soğuk savaş sırasında ‘Ülkücü’ hareket. Birincisinin arkasında Almanya var. İkincisinin arkasında ABD var.”
Şimdi bu bir defa Asya’nın yapısında yok. Böyle bir şey yapmıyor. O mânâda şovenlik yok bizde. Bizde iki defa Türkçü hareketin içinde bu görünüyor. 2. Dünya Savaşı’nda ırkçı ‘Turancı’ hareket. İkincisi de soğuk savaş sırasında ‘Ülkücü’ hareket. Birincisinin arkasında Almanya var. İkincisinin arkasında ABD var. Konuyu bir kurcalayın verdikleri paraya kadar buluyorsunuz. Birtakım gençlerin akıllarını çeliyorlar. Türkiye’nin içinde bu olayların çıkması işlerine geliyor. Türkiye’de genelde Türkçü’yle Kemalist’in, bilmem kimle bilmem kimin çatışması işlerine geliyor. O yüzden “Bir Millet Uyanıyor” diyorum. Yani uyandık, bizi bunlarla dönüştüremezsiniz.
Y.A.: Bu bir saptama mı yoksa bir temenni mi?
A.İ.: Temenni değil, bu bir saptama. Yani tarihimizden gelen bir saptama. Bir atasözü var ya bunu ona bağladım ben. “Türk’ün aklı geç gelir, ama gelir”. Yine gecikti ama geliyor. Mutlaka gelir, hep böyle olmuştur.
Bir Fransız yazar var Jean Poli. Kitabını okuyalı 10 sene falan oldu. Nadir tarafsız yazmaya çalışan yabancılardan. Çok iyi de biliyor Türk tarihini. “Türklerin büyük bir tarihleri vardır. Bu tarihin içinde en kötü oldukları zaman 19. asrın sonu 20. asrın başıdır. Çünkü son Türk devleti silinecekti. Bitmedi, yeniden onun içinden bir devlet kurdular” diyor.
Kitabın sonunda bir tahmin yapıyor ki iyi niyet sahibi de böyle şeyler düşünüyor diye düşünmüştüm. “Yeni yüzyıla girerken dünyadaki Türk devletlerinin çoğalacağı düşünülebilir” diyor. 6 devletiz. Bunu bizim Türk çocukları akıllarından çıkarıyorlar. Ben Fransız arkadaşlarımı kızdırmak için bunu söylerim hep: “Tarihte kaç devletiniz var canım?”
‘Üstelik bizde Türk Türk’e savaşmak lüksü de var. Timur gelir Osmanlı’yla savaşır, ikisi de Türk’tür.’
Vallahi ben ne diyeceğimi şaşırıyorum. 17 tane var. Bu kesin de. Yalnız bu onları çok şaşırtıyor.
Üstelik bizde Türk Türk’e savaşmak lüksü de var. Timur gelir Osmanlı’yla savaşır, ikisi de Türk’tür. Şimdi biz böyle bir kavimiz. Sen böyle bir kavmin çocuğusun. Şimdi Anadolu’daki tepki o. Yani bunların geleceğinde artık bu var. Bağımsızlığını alamazsın. Eğer 1919’un şartlarının içinden çıkabildiysek, bu çok yakındır.
Y.A.: AB’ye girmek isteyenler çoğunlukta çıkıyor anket çalışmalarında. Diğer tarafta ABD karşıtlığı.
‘Almanlar 2. Cihan Harbi sırasında Türkiye’deki gazetelere ve bu arada o zamanki Turancı kuruluşlara dünyanın parasını dağıtmış.’
A.İ.: Ben bir edebiyatçıyım. Söyledim ya, ben “Aynanın İçindekiler”i yazacağım zaman işin aslını öğreneyim dedim. Çünkü tarihi bir roman yazacaktım. Bunun içinde de bizzat Mustafa Kemal rol oynuyordu. Bunun için her şeyi bilmek lazım. Almanlar 2. Cihan Harbi sırasında Türkiye’deki gazetelere ve bu arada o zamanki Turancı kuruluşlara dünyanın parasını dağıtmış. Şimdi bunun belgeleri benim elimde. Birisi çıksın da hadi bana ‘dağıtmadı’ desin.
Şimdi Türkiye’ye ait birçok olayı Sovyet arşivlerinden öğreniyoruz. Niye biliyor musunuz? Türkiye yayınlamıyor. Benim çok tuhafıma gitmişti. Mustafa Kemal Paşa’nın 23 Nisan 1920’de Meclis açılıp ertesi gün Meclis Başkanı seçildikten sonra yaptığı ilk işlerden birisi ne biliyor musunuz? Lenin’e mektup yazmış. Biz eğer Ruslar’la kanlı bıçaklı düşmansak, Mustafa Kemal Paşa bunu nasıl yazar? Bunu bir türlü aklım almıyordu.
‘Mustafa Kemal Paşa’nın 23 Nisan 1920’de Meclis açılıp ertesi gün Meclis Başkanı seçildikten sonra yaptığı ilk işlerden birisi ne biliyor musunuz? Lenin’e mektup yazmış.’
Dünyayı altüst ettim o mektup kimsede yok. Sovyetler yıkıldıktan sonra ortaya çıktı mektup. Nasıl mektup hem de… “Emperyalizme karşı beraberiz, şunu da beraber yaparız bana da şu lazım, şu kadar silah… Bunları verirseniz biz de emperyalizme karşı savaşacağız” diye bir mektup yazıyor. Bu 1919 şartları. 1919 şartlarına bir daha düşmeyelim. Allah bizi o hale düşürmesin. Çok kötü çünkü. Çünkü güç yok. Şimdi Türkiye iktisat açısından dünyadaki ilk 20 içindedir. Silahlı kuvvetler açısından da ilk 10 içindedir.
Y.A.: “Geçen yüzyılın başındakine benzer bir dünya mağlubu olmadığımız halde, aşağı yukarı aynı muameleye maruz kalmaktayız”diyor ve Sevr koşullarına benzer koşulların dayatıldığından söz ediyorsunuz …
A.İ.: Daha kötü hatta. Sevr koşullarında daha dürüsttüler. Daha açıktılar. Şimdi daha hınzırca, daha gizli yapmaya çalışıyorlar. Ve bu defa medeniyet diye Batılılaşma sıtmasına soktukları aydınları kullanıyorlar. Aydınlar şimdi onların buradaki adamları halindeler. Türk halkına ‘böyle yaparsanız çok iyi olur’ havasındalar. Halbuki Türk halkı sezgileriyle başına gelecek belayı anlıyor. Niye? Türk’ün aklı geç gelir ama gelir.
Y.A.: Akıl karışıklığı konusuna gelmişken… Yanılmıyorsam Türkiye’de küreselleşmeyle ilgili tehlikeyi ilk görenlerden birisiniz.
A.İ.: Öyle öyle.
Y.A.: Küreselleşmenin etkisi ve gücü düşünüldüğünde durumumuz eskisinden daha güç olmayacak mı?
‘Küreselleşme lafı yeni terminoloji. Eski terminoloji ile bu emperyalizmdir.’
A.İ.: Hayır hiç zor olmayacak. Küreselleşme lafı yeni terminoloji. Eski terminoloji ile bu emperyalizmdir. Yeni bir terminoloji buldular. Çünkü emperyalizmi herkes biliyor.
Şöyle bir gerçek var. Eğer biraz tarih bilen bir insansa şunu görüyor. Fransız İhtilali 1789’da başlamıştır. 1789’da Fransızlar dünyaya meydan okudular, bu bir dünya ihtilalidir dediler. Soyluları al aşağı ettiler ve neticede cumhuriyeti, demokrasiyi kurdular. Bu, ulusal burjuvazinin işçi sınıfıyla beraber yaptığı bir hareketti. Fakat 1. Cumhuriyet çok yaşamadı. Bir müddet sonra imparatorluklar onu boğdular. Restorasyon devri geldi. 1848’de ihtilal yeniden baş verdi. Önleyemiyorlar. Onları bastırdılar. Bu defa 3. Cumhuriyet geldi. 3. Cumhuriyet’ten sonra dokunamıyorlar. Mustafa Kemal Paşa bir konuşmasında bunu dolaylı olarak söylemiş. Bizim Türkiye’de olan olayları kastediyor. Çünkü Türkiye’de Cumhuriyet ilan edildikten sonra sağda solda isyanlar oldu ya. “Unutmayın ki devrimler 100 yıl sürer” diyor. Ben ne sosyalist devrimin ne Türkiye’deki Ulusal Kurtuluş Hareketi’nin sona erdiği gibi bir mantıksızlığa girmem. Bunlar sona ermez. Çünkü dünyanın dörtte üçü hala emperyalizmin kölesi halindedir. Sona ermeyeceğinin en güzel işareti de ABD’nin arka bahçesinden geliyor. Güney Amerika’da dördüncü sosyalist hükümet kuruldu. Bizimkiler biraz daha korkacaklar. İşin aslı bu. Eskiden kabadayı kabadayı ötüyorlardı. Birdenbire gördüler ki durum o değil.
İkincisi, Avrasya dediğimiz oyun değil. Başlangıçta Şanghay Beşlisi küçük mahalli bir şeymiş gibi kuruldu. O da bizi ilgilendiriyor. Şangay Beşlisi’nin içinde bizim Orta Asya Türk Cumhuriyetleri vardı. Biz onları çoktan üvey evlat sayıyorduk. Onlar girdiler, hemen Rusya ve Çin’le anlaştılar. Arkasından büyümeye başladılar. Şimdi 20-22 devlet var o işin içinde. Daha acayibini söyleyeyim. Ben okuduğum zaman çok şaşırdım. Fransız televizyonunda da dinledim. Doğru olduğunu teyit etti. Moskova’daki son Avrasya toplantısına hem Fransa hem İngiltere adam gönderdi. Onlar da katıldı. Çünkü onlar da Amerika’dan ürküyorlar bir yerden sonra. Bu defa Çin, Rusya, Hindistan’ın gelmesi bekleniyor. İran geliyor, bizim gelmemiz söz konusu. Şöyle bir şey var, beni çok utandırıyor. Bu ülkelerin hepsi nükleer. Bir tek biz değiliz nükleer. NATO üyesi olduğumuz için Türkiye’nin nükleer yapmasına gerek yok. Almanya’nın, Fransa’nın yahut Amerika’nın var. Johnson’un meşhur mektubu vardır. Kıbrıs’a asker göndermeye karar verdiğimiz zaman adam İsmet Paşa’ya katır tekmesi gibi mektup yazdı, onları biz size verdik, biz izin vermeden kullanamazsınız diye. Yarın benim başım belaya girdiğinde beni gelip atomla mı kurtaracak, yoksa atomu bana mı atacak orası karışık. Bunu netleştirmek lazım. Atomu sana atmaması için senin nükleer bir devlet olman gerekir. İran bunu çoktan anladı, Ruslarla anlaştı. Bizimkiler acaba yapsak mı, yapmasak mıdalar. Eminim onlar da sonunda hakikati görecek. Çünkü Türk’ün aklı geç gelir ama gelir.
Y.A.: Bu dizi kaç kitaptan oluşacak?
A.İ.: Ben bu fikri ortaya attığım zaman yayınevi enteresan bir şey olabilir dedi. Ben de enteresan olup olmaması katılacak yazarlara ve verecekleri desteğe bağlı dedim. Eee peki kimler olacak? Bilmiyordum. Ben her kanattan birtakım kişilerle konuşacağım. Kendime göre bir liste seçtim. O listenin içinde 16 kişi vardı. Bir kişi caydı. Şimdi de pişman. İsmini söylemem. Yanlış yaptım galiba diyor. Öbürleri sözünde durdu. Yazılarını hazırladılar, vaktinden evvel getirdiler. Bunların içinde Necdet Sevinç var. 7,5 yıl hapis yatmıştır, ülkücüdür.
Y.A.: Yazarlar arasında Sadi Somuncuoğlu gibi farklı çizgide isimler var. Bu isimlere kitabınızda yer vermiş olmanız beni de şaşırttı. Ama ortak bir dil oluşturduğunuzu söyleyebiliriz sanırım.
A.İ.: Orada işte şey çok önemli rol oynadı sanıyorum. “Parola Vatan, İşareti Namus”. Bu nereden geliyor, onu da söyleyeyim. İzmir’de gazetecilik yapıyorum o sırada. 1960’ların sonlarına doğru. Karşıyaka’da oturuyoruz. Araba ile gittiğim zaman Alsancak’tan dolaşıyorum. Alsancak’tan dolaşırken gözüme bir taş ilişti benim, dikili bir taş, etrafında bahçe. Gazetecilik o ya… Arabadan indim, gittim baktım bu ne diye. Üzerinde eski harflerle bir şeyler yazıyor. Ben eski yazı okuyamam. Onları tatbik ederek kağıda yazdım. Bu işten anlayan bir arakadaşa götürüp okuttum. “Vatan ve namus” yazıyor dedi. Oraya bir taş dikmişler. Niye dikilmiş bilmiyorum. Kurcalamaya başladım. 1922’de Fahrettin Paşa’nın süvarileri Manisa üzerinden İzmir’e giriyorlar. En önde Şerafettin Bey’in bölüğü var. Bu bölük Alsancak üzerinden Konak’a doğru gidecek ki, hükümet binasına bayrağı diksin. O yola girerken harap bir binanın içinde pusu kurmuş Yunanlılar ateş ediyorlar. Bu ateşle İzmir’e girmek üzereyken üç askerimiz şehit oluyor. İzmirliler bunu unutamıyorlar. Unutamadıkları için de bu abideyi dikiyorlar ve yazılabilecek yazıların en güzelini yazıyorlar. Çünkü İstiklal Savaşı’nın özeti o: Vatan ve namus. “Vatan ve namus” deyince gelmeyen zaten kahpedir. Bu çok açık. Onun için bu arkadaşların hepsine anlattım olayı. Şimdi yine aynı durumdayız. Kafalarına torba geçiriyorlar askerlerin, gık demiyoruz. Bize köpek muamelesi ediyorlar, gık demiyoruz. Daha ne kadar sürecek, ne dersiniz dedim. Meğerse bir kısmının içi yanıyormuş, “Tabii yapalım” oldu. Mesela komünist gazetesinde yazı yazıyor Tevfik Çavdar, orada. Öbür taraftan Yarın diye bir gazete var, müslümanların. Onlara telefon ettim. Dedim ki, çocuklar son zamanlarda çıkan en iyi fikir dergisi galiba sizinki. Gerçekten çok derli toplu yazılar çıkıyor orada. Böyle böyle bir şey düşündüm, gelir misiniz? İkinci konuşmamda, “tamam geliyoruz” dediler. O arada karar veremeyip, iş tatbikata geçtikten sonra karar verenler var. Onlar da daha çok müslümanlar.
Y.A.: İkinci kitap olacak mı?
A.İ.: Olacak. Bu ilk teşebbüsümüzde böyle başladı. Bunların hepsinden birer kitap istedim ben. Şimdiden altı tanesi geldi kitabın. Düşünebiliyor musun? Bu diziden çıkacak hepsi. Daha enteresan bir şey söyleyeyim. Beklemediğim, başvurmadığım insanlardan da kitaplar geliyor. Bu beni daha da çok sevindiriyor tabii.
Y.A.: Bu bir düşünce hareketi mi?
A.İ.: Benim gördüğüm kadarıyla böyle bir planları yok. Siyasi olarak meşru müdafa etkisine girmiş Türkiye. Onun için hangi aklı başında aydınla konuşsam, “A tabii çok güzel, ben de bir şey yazayım” diyor. Bana telefon edip “Böyle bir şey yapacağından niye haberdar etmedin” diyenler var. Düşündüm düşündüm neden bu kadar ilgi gösteriyorlar, buldum nihayet. İlgi derken edebiyatçı olarak ilgi gösteriyorlardı. Şimdi iş onu aştı. Bir gün içinde Anadolu’dan 5 üniversiteden davet alıyorum. Kitap imzalamaya gidiyorum, akla ziyan bir kuyruk oluyor. Herkese kompleks getiriyor. Peki ben bu lafları yıllardır ediyorum. Şimdi bu kadar etkilemesi neye bağlı? İki şeye bağlı: Bir tanesi, benim 30 sene önce yazdığım sözlerin ve tahminlerin hepsinin doğru çıkması. Biliyorlar ki Attila İlhan, “Sovyetler Birliği dağılacak demişse 30 sene evvel, o dağılmıştır. Bu adam söylüyorsa, bu adamın bir bilgisi var. Halk da kendi sözlerine uygun sözleri söyleyen adamları arıyor. Türk halkının sezgileri bu. Türk halkının sezgisi işlerin kötüye gittiği yönünde. O sezgiler olunca, müdafaaya geçiyor. İkinci nokta; beni siyasi bir platformda okuyor. Ben siyaset yapmıyorum ama o öyle okuyor. Kendim için hiçbir şey istemiyorum. Türkiye’de böyle bir aydın yok. Kendim için hiçbir talebim yok. Çünkü daha çocukluğumda hareketin içinde ilk öğrendiğimiz şey şu olmuştu, tamamen uygularım: Para, şöhret ve kadın bize işlemez.
Y.A.: Bunların içinde kadını ayartıcı olarak mı görüyorsunuz?
A.İ.: Tabii , ben görmüyorum, bana öyle öğretildi ve bunu da yaşadım. Belirli şeyleri yazmaya başladıktan sonra etrafımda birtakım hatunlar belirdi. Çok vaatler, sözler söylediler. Tabii kurcalayınca bir yere ulaştı.
Y.A.: Konu kadınlara geldiği için sormak istiyorum. Kitapta 17 yazarın içinde tek bir kadın yazar var. Kadın konusuna çok sıcak bakmayışınızın etkisi var mı bunda?
A.İ: Hayır, hayır. Onunla hiçbir ilgisi yok. O son dakikada vazgeçtiğini söylediğim arkadaş da bir hanımdı.
Y.A.: O zaman da 15’e 2 olacaktı.
A.İ.: On beşe iki. Tabii öyle olacak. Kadınların bir kısmı ihtiyatlı. Bunun ne olacağı belli değil havasına girip katılabilirim, bekleyebilirim biraz diyorlar. Nitekim sonra bana serzenişte bulundu bir kadın yazarımız. Dedi ki, haberim olsaydı ben de bir yazı yazardım. Ben de ikinci partiye saklamıştım seni dedim.
10 kitap olduktan sonra 11. kitap -yine böyle bir kitap- katılımlarla çıkacak.
Y.A.: Kitaptan yola çıkarak birlikte hareket etmek, bir yol arkadaşlığı beklenebilir mi?
A.İ.: Hayır. Bu tamamen tesadüf. Ve kesinlikle bir planım yok. Ben ‘kesinlikle bu işleri yapalım, sonunda politika çıkar bir birlik kurarız’ diye düşünmedim. Böyle bir şey yaparlarsa da ben katılmam. Benim derdim o değil. Ben bazı gerçekleri halka duyuralım istiyorum. Çünkü basınımız maalesef görevini yapmıyor, tam tersini yapıyor. Yani bundan 20 sene evvel olsaydı mesala Kadıköy mitingini hepsi manşetten verirdi. Bir tek Cumhuriyet verdi.
Bu kadar utanılacak bir haldeler. Onlara bir şeyleri duyurmak lazım. “Bir Millet Uyanıyor” adını da ben bulmadım. Bu bizim İstiklal Savaşı için yapılmış bir filmin adıdır. Bunu oradan kullandım. “Dip dalgası” lafı da benim değil. Tevfik yazmış. O da İlya Ehranburg’dan. O da tam yerine oturuyor. Bana gelen elektronik postaları bir görsen… Şöyle böyle falandır dedikten sonra altına da dipten gelen dalgayı yazıyor. İmzayı böyle atıyor çocuk. Bunları gördüğüm zaman milletime güveniyorum. Bilmiyorlar. İstanbul’u Türkiye sanıyorlar. Türkiye başka bir yerde.
Y.A.: Okur ilgisini ve satış sayısını, milletin uyanıp uyanmama isteğinin bir göstergesi olarak kabul edecek misiniz?
A.İ.: Böyle bir kitabın çok büyük bir ilgi görmesi beklenemez diye düşünüyordum. Görür ama aile çevresi görür gibi. İlk günün akşamı telefon ettiler Ankara’dan. Birinci baskı bitti, ikinciyi basıyoruz diye. İlk basım 2.600’dü sanırım. İkinci basımı yaptılar. Onun da ucuna geldik ki daha aslında reklam yapılmadı doğru dürüst. Birkaç reklam da yapılacak sanıyorum. Bu gidişle daha yayılacağını sanıyorum. Daha da ilgincini söylüyorum. Görev vermeye, tez yaptırmaya başlıyorlar. Yani bizim medyamız için pek iç açıcı haberler değil bunlar. (Gülerek söylüyor bu sözleri…)
Y.A.: Sayın İlhan eklemek istediğiniz bir şey var mı?
A.İ.: Beklemediğim kitaplar geliyor. Ordudan emekli bir askerden bir kitap geldi. Bir tarikat mensubu olduğunu hissettiğim başka bir arkadaş kitap getirdi.
Y.A.: Kitap dışında merak ettiğim bir şeyi sormak istiyordum. Şairliğiniz, yazarlığınızı kıskanıyor mu?
A.İ.: Yoo. Ben hep böyle bir adamdım. Bilmiyorlardı.
“Kimi Sevsem Sensin”i son şiir kitabı olarak yayınladım ve ilan ettim. Zannettiler ki ben artık şiir yazmayacağım. Bu, o demek değil. Çünkü benim kitaplarımı okuyanlar bilirler. Benim şiirlerim çeşitli yollardan akar. Kimisi klasik şiir tarzındadır, kimisi şehir şiiridir, kimisi köy şiiridir. Bunlar her kitabın içinde ayrı bölümler halindedir. Düşündüm ki bundan sonra yazdığım şiirler hangi bölüme katılacaksa, bunların içine koyarım. Böylelikle de 12’de kalır bu iş diye düşündüm. Bir 13. çıktı aslında ama satılmadı. Bu İş Bankası Kültür Yayınları’nın bir teklifi üzerine oldu. “Bir Avuç Kıvılcım” adını da koydum. Üniversitelilere hediye olarak dağıtıldı, satılmadı.
Şairliğimi etkilemez. Çünkü ben kendimi başından böyle hazırlamıştım. Yavaş yavaş ortaya çıktı diğer özelliklerim benim. Çünkü şöyle düşündüm: 1960’ta yani İsmet Paşa BM’ye girebilmek için demokratikleşme hareketine başladı, demokrasiye geçiyoruz oldu. Ve ilk hamle bizi ümitlendirmişti. 141,142’nin havasını değiştirecek bir madde ortaya çıktı. O zamana kadar sınıf esası üzerine dernek ve cemiyet kurmak yasaktı. Yani bir işçi partisi, bir komünist parti kuramazdın. Zannediyorlardı ki bu kaldırılınca muhtemelen böyle bir parti kendiliğinden kurulmaz. Üç tane parti kuruldu, birden pat diye ortaya çıktılar. İslam Demokrat Partisi, yanlış hatırlamıyorsam birisinin ismi Emek Partisi’ydi. Birisinin ismi Sosyalist Parti.
Ben Sosyalist Parti’nin üyesiydim. Ben gazeteciliğe o partinin yayın organı olan “Gerçek”te başladım. Ben bu işe çok küçükken başlamış oldum, 17 yaşında. Bunların benim şairliğim üzerinde çok olumlu etkisi olduğunu söylemek zorundayım. Bunları yazmak zorunda değilsiniz. Şaka olarak söylüyorum biraz da. Eğer o zamanda bu sıkı disipline girmeyi, şair olmadan önce öğrenmeseydim herhalde ben de meyhanelerden çıkmayabilirdim. Olabilirdi.
Y.A.: Bohem hayatınız da oldu bir süre…
A.İ.: Ben bohem hayat sularına kapılmayan biriyimdir. Çünkü çalışmak önemlidir, bir eser vermek önemlidir. En önemlisi halkla bunları paylaşabilmektir. Bu benim 1941 senesinde İzmir Cezaevi’nde Tornacı Ömer’den aldığım derstir. Böyle olmak lazımdır dedi. Ben hâlâ öyleyim. Yani öyle komik bir şey çıkıyor ki onu da söyleyeyim, şaka gibi oldu bu iş. Şimdi daha çok para kazansam da harcayamıyorum (gülüyor). Çünkü hayatım hep aynı sürüyor, katiyen hayatımı değiştiremiyorum. Kız kardeşim Çolpan “Ağabey sen araba almalısın, artık yaşlandın” diye tutturdu. Ben araba almayı hiç düşünmedim. Hatta ben evlendim bir defa ya. Evlenirken karıma şartlarımdan biriydi araba maraba almam diye. O kızcağız da kabul ettiydi. Ben arabayı ne yapacağım ki… Yani benim hayatımda arabalık bir şey yok. Çünkü ben evden çıkıyorum buraya geliyorum yürüyerek, bayıldığım bir şey. Eve gidiyorum yürüyerek. Bir tarafım eşşek yorandır, bayağı yürürüm. Sonunda Çolpan dedi ki: “Kalp hastasısın yahu, niye bunu hesaba katmıyorsun?” Ve onun zoruyla bir araba aldım. O olmasa araba da almayacaktım ben. Bunlar hiç aklıma gelmez. Benim dünyada çakılı bir bezim yok. Gazetelerde mal beyanı istiyorlar ya. Benim malım falan yok.
Y.A.: 70. yaşınızda sizinle ilgili çıkan iki kitap var. Kısa bir dönem bohem hayatı yaşadığınızı biliyorum. Bir de düşüncede sınır tanımayan birinin ne kadar disiplinli bir yaşamının olduğunu da öğrendiğimde bu bana şaşırtıcı gelmişti.
A.İ.: Doğrudur, dediğin doğru. Yine bir sır vereyim. O zamanın yani 50’li yılların sonu, 60’lı yılların başı. Solculuk vatana ihanet sayılıyordu. İkinci Paris dönüşümden sonra Mavi Dergisi etrafında gençlerle faaliyete geçtik. Bilir misiniz ki o zaman Demokratlar iktidarda ve onların basın organlarının başyazısında Moskova ajanı olarak ilan edildim. Halbuki ben o sırada partili arkadaşlarımla kavga edip buraya gelmiştim. Sovyetler Birliği’ni eleştirdiğim için birbirimize girmiştik. Şimdi öyle bir ortam içerisinde daha öncesini düşünürsen 40’lı yıllarda, Avrupa seyahatlerinde, o yarı bohem gibi görünen hava, başka bir şeyi örtmek içindir. Böyle bir hava yaratınca, öküzün altında buzağı aramazlar. Nitekim öyle de olmuştur. Çok bilinçli yapılmıştır. Ama yaşamadım değil, o doğru. Beş parasız Paris’e gittim. Orada her şeye rağmen bir sürü arkadaşım oldu, tutuklandım. Ama sabahlara kadar içmedim. Hiçbir zaman böyle bir şey olmadı. Zaten içkiyi enfarktüsten sonra reçeteyle içmeye başladım. Her akşam bir kadeh içeceksin dedi doktor. Yahu tahta kurusu kokuyor bu, istemiyorum dedim. En iyisi bu dediler.
Aslında benim babam akşamcıydı. Çolpan içmez, o da benim gibidir. Fakat öteki kardeşim o da akşamcıdır, İzmir’de avukat olan kardeşim. Yani içkiye yabancı değiliz. Ama Fransa’da ben bayağı ders gibi çalıştım içkiye. Niye? Çünkü bir kız arkadaşım oluyor, bir yere gidecek oluyorsun. Her yemekle de başka bir şarap içiliyor. Yanlış şarabı söylersen garsonlar alaycı bir edayla “Mösyöye falanı tavsiye ederim” diyor hayvan. O yüzden onları çalıştım.
Y.A: Brecht, “Alttakiler, ‘alt’ın ne olduğunu /Düşünmedikçe/Yükselemezler” diyor…
A.İ.: Aslında şu var: Halka temas ettikten sonra çok açık olarak ortaya çıktı. Halk terk edilmişlik hissi içindeymiş. Bir kere partilere bütün güveni silinmiş. Orduya olan güvenini de, ordu gecikiyor, bir şey yapmıyor diye herhalde kaybediyor. Veya yaptıklarını az görüyor. Çünkü ben bu işte herkes gibi düşünemem. Mustafa Kemal Paşa eğer askerlere güvenseydi, Cumhuriyet’i askerlere emanet ederdi. Bu çok önemli bir laftır. Bu bakımdan ben öyle düşünmem. Ama halkta böyle bir ümit var. Öyle bir şey çıkıyor ki halk zaten belirli bir yere gelmiş. Sen o lafı söylersen tabii seviniyor ve seni seviyor. Durum bu. Ama çok açık ve seçik söyleyeyim, önceden hiçbir hesap yok. Politikada hiçbir hesap yok. Sadece aydınlık vazifesini yaptım.
Fotoğraflar: Özgür Çetin