Pınar Kür
Hepsi orta yaşlı kadınlar, bir vakitler yaşadıkları aşkları sanki ona borçluymuşlar gibi, borçlarının son taksitini ödermiş gibi Attilâ İlhan’ın cenazesine geldiler
Oysa perşembe günkü cenazede kadınlar pek çoktular. O güne dek hiçbir cenazede görmediğim kadar büyük, tıkış tıkış kalabalıkta, onu bunu ite kaka “ünlü” arayan kameralara takılmayan kadınlar.. Kimi süslü, kimi kendi halinde.. Koyu kırmızı ruj sürmüş olanlar da vardı, ezan okunmaya başladığında başlarını örtenler de. Çoğu toplu, hepsi orta yaşlı bu kadınlar bir vakitler yaşadıkları aşkları sanki ona borçluymuşlar gibi, borçlarının son taksitini öder gibi gelmişlerdi. Vaktiyle aşklarını onun dizeleriyle tanımlamışlardı belki. Çoktan bitmiş o aşkları pek net hatırlamasalar bile, Attilâ İlhan’ı unutmadıkları için gelmişlerdi. Aşktan çok şiirleri ya da şiirler sayesinde aşkı hatırladıkları için..
Kişisel serüvenim
Attilâ İlhan’ın şairliği, yazarlığı, siyasal duruşu, toplumsal tezleri hakkında çok yazıldı, çok şey söylendi bugünlerde, daha da yazılacak, söylenecektir. Ben bu gibi değerlendirmeleri başkalarına bırakarak, onun benim kişisel serüvenime katkılarından söz etmek istiyorum.
Attilâ İlhan, kendi kendime (ve ilk gençliğim yurtdışında geçtiği için biraz geç) keşfettiğim ilk şairdi. Çocukluğumdan itibaren anne-babamın sevdiği pek çok şairle haşır neşir olmuştum, orta-lise eğitimim sırasında dünya şiiriyle de tanışmıştım, ama Attilâ’nın şiirlerini ilk okuduğumda neredeyse yirmi yaşındaydım. Va anında çarpıldım.
Parıltılı imgeler, benzersiz benzetmeler… Bir gece yürüyüşünü maceraya dönüştüren; geçici, küçük aşklarımı bile derinleştiren dizeler… Doğrudan bana hitap ediyor, beni bana mı anlatıyordu? Pia’ların, Maria’ların yerine kendimi mi koyuyordum? Yoksa benim gençlik aşklarımı da Attilâ İlhan mı tanımlıyordu?
Etkisi şaşırtıcı ve sarsıcı olduğu kadar, öylesine kapsamlıydı ki, bazı arkadaşlarımla işi gücü bırakıp “Attilâ İlhan Şiiri” yazmak yarışmaları düzenlerdik. İşin biraz eğlencesindeydik, epeyce de abartıyorduk belki, ama asıl önemlisi, hiçbir zaman inkâr edilemeyecek (zaten kimsenin de inkâra kalkışmadığı) gerçek, onun başka hiçbir şairi hatırlatmayan, tamamiyle kendisine özgü, tek bakışta onun olduğu anlaşılan dizelerin sahibi olmasıydı.
Ertesi güne randevu
Attilâ’nın kendisiyle (ve romanlarıyla) tanışmam daha da geç bir tarihe rastlar.
İlk romanımı bitirmiş, İstanbul’da bir yayınevine götürmüş ve reddedilmiştim. Bu arada dosyayı okuyan şair dostum Hilmi Yavuz, böyle bir ilk romanı yayımlamaya pek kimsenin cesaret edemeyeceğini söyledi ve “Bunu olsa olsa Attilâ İlhan basar” dedi. Onun Bilgi Yayınevi’nin editörü olduğunu bile o zaman öğrendim.
Şiirlerine o kadar hayran olduğum, o kadar ünlü, o kadar koskocaman biriyle tanışmaya hem can atıyor, hem de çok fazla korkuyordum. Kelle koltukta gittiğim Ankara’da onun numarasını çevirirken bile ellerim titriyor, boğazım kuruyordu.
Benim gibi adı sanı duyulmamış, dili dolanarak roman yazdığını iddia eden birine hiç düşünmeden, hemen ertesi güne randevu vermesi, onun ne kadar farklı bir insan olduğunun (daha sonraları pek çok örneğini göreceğim) kanıtlarının ilkiydi. Onun küçük, iddiasız odasına (önden sekreterler tarafından falan durdurulmadan) girmemin üstünden on dakika geçmeden yıllardır tanışıyormuşuz gibi rahatlamıştım.
İlk günkü sohbetin tadı
İleriki zamanlarda, aynı küçük odada, o İstanbul’a geldikçe Maçka Palas’ın lobisinde, İstanbul’a yerleştiğinde Han Restoran’da, daha sonra Divan Pastanesi’nde pek çok uzun, derin, tatlı, heyecanlı sohbetimiz olmuştur. O konuşmaya başladığında ağız-açık dinlemekten başka bir şey yapmanız pek mümkün değildir zaten. Ama o ilk günkü sohbetin tadı, heyecanı hiç unutulmayacaktır.
Getirdiğim dosyayı uzanıp almadan, benim ona uzatmama da fırsat vermeden, hayatımı anlattırdı bana. Türk ve dünya edebiyatıyla ilgili konuşturdu. Üstünlük, büyüklük taslamak, kendi önemini hissettirmek gibi bir çabası yoktu. Çekingen bir kızcağıza hava atmaya gerek duymayacak kadar, gerçekten büyüktü çünkü. Bir saatten fazla bir süre sanki beni yakından tanımaktan başka kaygısı yokmuş gibi konuştu, konuşturdu. Ve, her gün saat 12.30 da eve öğle yemeğine gittiğini, sokaktaki esnafın saatlerini kendisine göre ayarladıklarını belirterek sohbetimize son verirken, roman dosyasını istemeyi unutmadı.
O yarınlar henüz gelmedi
Yanından ayrılır ayrılmaz, Zafer Çarşısı’na gidip “Sırtlan Payı”nı aldım. Okuduğum ilk romanı olduğunu utanarak itiraf ediyorum (kendisine hiçbir zaman itiraf edemedim). Beş yüz sayfalık kitabı hemen hemen hiç elimden düşürmeden okuyup bitirdim, pek çok satırın altını sırf ifadenin, imgelerin güzelliğinden dolayı çizerek. Okudukça, okudukça, bu romanın yazarının benimkini beğeneceğine dair umuttan öte bir inanç doğdu içimde. Ve… inancım doğrulandı.
Bir hafta sonra Attilâ İlhan’dan bir mektup aldım. Evet, ben Attilâ İlhan’dan mektup aldım! Dünyanın bütün aşk mektuplarından daha değerli bir mektup… Romanımı beğenmişti!
Götürdüğüm dosyadaki romanın adı “Şu Dağın Ardında”ydı. Ve Attilâ’nın tek önemli itirazı buydu. “Köy romanı izlenimini uyandırır, senin gibi hasın hası kentliye bu ad yakışmaz” dedi. Birlikte uzun uzun düşündük. Kitabı yazmaktan daha zor geldi ona uygun bir ad bulmak. Sonunda “Yarın..Yarın..” ı bulan da Attilâ oldu tabii.
O romanda özlenen yarınlar henüz gelmedi. Belki hiçbir zaman da gelmeyecek.
Attilâ da artık gelmeyecek, ama tıpkı özlenen yarınlar gibi, hiçbir zaman dilimizden düşmeyecek.