Attilâ İlhan - Bilim Sanat Kültür Vakfı

Ne kadar aşk, o kadar Attilâ İlhan!

Ece Temelkuran

Dün, tam öğleüstüydü, Yenikapı feribot gişelerinde iki genç kadın konuşuyordu. Kadınların saçlarından vapurlar geçip gidiyor, kadınlar kendi saçlarına takılıp hep gişede kalıyordu. Biri diğerine dönüyordu aniden, bir cümleyi tam ortasından kuruyordu:

“Okumadıysan ‘Ben sana mecburum’u oku.”

Sonra genç kadın, firketeden kurtulan saçlarını topluyordu hamarat bir hızla, biletleri kesiyordu. Dün bir bilet gişesinde, düğünleri için çeyiz biriktiren iki kız, geçip giden bir gün gibi, Attilâ İlhan’ı anıyordu.

Dün, sabahın körüydü, gazetelerin içine sarılmış taze ekmekler kurşunlu bir buharla bekliyorlardı gidecekleri evleri. Bakkal, âdeti değildir pek, gazetelere bakıyordu. Telefon çalıyor, Mualla Hanım yine en bet sesiyle muhtemelen, bir kutu yumurta istiyor, “Bak, tazeyse ver ama” diyordu. Bakkal, şaşılası şey, sinirlenmiyordu. Zira gazete balyalarının ilk sayfalarda Attilâ İlhan’ın yüzünü görüyor, “Ölmüş yahu!” diyordu. Sesi, aniden bir haksızlık olmuş gibi çıkıyordu.

Sorulmuş gibi sanki devam ediyordu:

“Gençken tabii okuyorduk. Sevgililer, manitalar filan. Sonra tabii…”
Bir şair ölüyor, bir günde bütün aşklar eskide kalıyordu. Belki her ikisi de bir bakkalın kalbini aynı yerinden acıtıyordu. Bir bakkalın artık bir daha hiç âşık olmayacak bir bakkal olarak kalakalışı şairin ölümüyle kesinleşiyordu.

Şairin kimliği?
Dün gazetelerde edebiyatçılardan alınmış görüşler, “şairin siyasetçi olarak kimliği” yazıları çıkarken, televizyonlarda birileri “Aşk şairi miydi, değil miydi?” diye karar veremezken, sokaklarda insanlar, ama hepsi tek tek, bir şairin ölümünü, çok eskiden âşık oldukları insanların suretleriyle birlikte anıyordu. Bir ölümün kenarına bu kadar eski aşk iliştirilmiş midir acaba? Ne kıymetli bir ölümdür ki o, hep aşkla anılacaktır bundan böyle.

“Postacı” filmini izlemiş miydiniz acaba? Şair Pablo Neruda’yı anlatıyordu. Sonra, Neruda’ya mektuplarını getiren bisikletli postacı, kasabanın en güzel kızına âşık oluyor ve tutamayıp kendini, Neruda’nın şiirlerinden birini çalıp… Kıza kendi şiirim diye okuyup… Neruda bunu duyunca ne diyordu peki?
“Şiir, ihtiyacı olanındır!”

Bu ülkenin de işte, konuşmayı pek beceremeyen bu kavruk çocukların, cümlelere ihtiyacı vardı. İşçi kızların “ben sana mecburum, bilemezsin” demeye ihtiyacı vardı; bir gün bakkal olacağını bilmeyen genç adamların “sevmek kimi zaman rezilce korkuludur/insan bir akşamüstü yorulur” diyebilmeye… Hakir görme!

Ortaokuldan terk ev kızlarının da mektup yazacakları bir aşkları vardır. İnşaat işçilerinin, banka memurelerinin, dönercideki komilerin de kalbi çıt diye kırılıyor orta yerinden. Hepsi birden Sisler Bulvarı’nda buluşur. Sevdiklerinin adları “mıh gibi” akıllarında, omuzları akşam gibi çökmüştür.

Gizli öpüşmelerde
Şairler, halklarının ümitsizce aradığı sözcükleri bulanlardır. Kim nasıl hatırlarsa hatırlasın, ama bu ülkenin sokaklarındaki insanlar, hiç şiir okumaz dedikleriniz bile, Attilâ İlhan’ı o en amansız aşklarına sözcükler bulan adam olarak hatırlayacaktır. Sevgililere bırakılan işaretli mendiller gibi temiz ve kıymetli bu şiirleri, bir daha görülmeyecek sevgililerin fotoğrafını saklar gibi iç cebinde saklayacaktır. Sonradan bakkal olsa da, bir gişe kabininde tıkılıp kalsa da, çoluk çocuk sahibi mazbut bir kadına dönüşse veya araba taksiti ödeyen bir noter memuru olsa da, vaktiyle yaptığı bir aşk deliliğini, insan olduğunun ispatı olan o günleri hatırlarken muhakkak bu hatıralara bir Attilâ İlhan dizesi iliştirecektir.

Bir halkın kalbinin en mahremine ismini yazmış olmaktan daha kıymetlisi var mıdır?

Bir komi çocuğun, arka cebinden çıkardığı tarakla saçlarını tarayıp köşe başında âşık olduğu kızı beklerken içinden ezberlediği ve tek kozu olan bir aşk şiirinin sahibi olmaktan daha güzeli var mıdır?

Bu ülkede, bu dilde, biri birine âşık olduğu her gün Attilâ İlhan, o hop eden içlerle, boşalıveren dizlerle, telefon başında beklenen gecelerde, doluveren gözler ve o en gizli öpüşmelerde… Aşkla birlikte yaşayacaktır!